Dün akşam haberlere göz gezdirirken haber spikeri bugünün 11 OCAK DÜNYA AFFETME GÜNÜ”
olarak kutlandığını söyledi. Daha sonra başka bir haber kanalında “HUZUR VE MUTLULUK BAKANLIĞI”
açılsın diyen başka bir haber spikerinin sözleri kulaklarımda yankı buldu. Haberleri biraz dinlemek
istiyordum; ama evin küçüğü Yusuf Musab elimden kumandayı aldı, çizgi film açtı.
Daha sonra bu iki konunun birbiriyle ilişkisini düşündüm. Affetmek ve mutluluk arasında bir ilişki var
mıydı? Affedicilik özelliği ağır basan insanlar daha mı mutluydu? Kindar insanlar üzerlerine binmiş
büyük bir ağırlıkla mı yaşamak zorunda kalıyorlardı? Kindarlar daha çok kavgacı, soğuk, iletişim
yönünden sıkıntılı insanlar mıydı? Bedenen ve psikolojik olarak sağlıklı insanlar daha çok hangi grubun
üyesiydi? Bizi üzen, bize karşı yanlış yapan kişiyi affetmekle ilk önce kendimize mi iyilik yapmış
oluyorduk, yoksa karşıdaki kişiye mi?
Daha sonra yıllar önce yaşadığım bir olay aklıma geldi. Bir ofiste çay içerken bir arkadaş elimdeki
ajandadaki bir söze gözü takıldı. Bu sözü söyleyen yanlış söylemiş, dedi. Elimdeki ajandayı aldı ve o
yazının altına şöyle yazdı: “Gün geçer, kin katmerlenerek devam eder.” Ajandanın ilk sayfalarında şu
cümle yazılıydı: “Gün geçer, kin geçer.”
Bir zamanlar dilimden mısralara yansıyan cümleler şöyleydi:
Büyük insan, kin yutar.
Küçük insan, kin tutar.
Schiller şöyle der: “Affetmek ve unutmak, iyi insanların intikamıdır.” der.
Patates çuvalları ve affetmekle ilgili hemen hemen hepimizin bildiği bir kıssa var. Kıssa şöyle:
Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur. Bir hayat deneyimine katılmak
ister misiniz diye sorar? Öğrenciler tereddütsüz kabul ederler. O zaman bundan sonra ne dersem
yapacağınıza söz verin. Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer
kilo patates getireceksiniz.
Öğrenciler bu işten pek bir şey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarında patatesler ve
torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilere şöyle der öğretmen: Şimdi, bugüne
dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın. O kişinin adını o patatesin üzerine yazıp
torbanın içine koyun.
Bazı öğrenciler torbalarına üçer beşer tane patates koyarken bazılarının torbaları neredeyse ağzına
kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine şimdi peki ne olacak der gibi bakan öğrencilere ikinci
açıklamasını yapar: Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız.
Yattığınız yatakta bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde hep yanınızda olacaklar.
Aradan bir hafta geçmiştir. Öğretmenleri sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikâyete
başlarlar: “Hocam, bu ağırlıktaki torbayı her yere taşımak çok zor. Hocam, patatesler kokmaya
başladı. Vallahi insanlar tuhaf tuhaf bakıyor artık bana. Hem sıkıldık hem yorulduk.”
Öğretmen gülerek öğrencilere şu dersi verir: Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendinizi
cezalandırıyorsunuz. Kendinizi, ruhunuzda ağır yükler taşımaya mahkûm ediyorsunuz. Affetmeyi
karşınızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyorsunuz. HALBUKİ, AFFETMEK EN BAŞTA KENDİNİZE
YAPTIĞINIZ BİR İYİLİKTİR.
Büyük bir insan olan kâinata, sonra da evrende çok küçük bir yere sahip kendimize şöyle bir göz
gezdirelim. Yaşadığımız bu evrende baharın öncesinde kış vardır. Arının balının yanında iğnesi vardır.
Gülün dikeni vardır. Karın donu, buzu, soğuğu vardır. Yağmurdan önce büyük fırtınalar vardır. Sıcak
havanın kavurucu özelliği vardır. Cevizin sert kabuğu vardır. Bazı meyvelerin dikeni vardır.
Biz kâinattaki düzeni bildiğimiz halde kabuksuz ceviz, iğnesiz arı, soğuğu olmayan kış; dalgası,
fırtınası olmayan deniz ister, dururuz.
Biz insanlar kusurluyuz. En büyük kusur, insanın kendisini hatasız zannedip veya hatasını görmeyip
başka insanların hatasına odaklanmasıdır. Rabbimiz bizim sayısız hatalarımızı affederken biz, bize
karşı istenilmeden yapılan yanlışları niçin affetmeyelim?
Atalarımız bir sürçen atın başı kesilmez, derler. Yıllardır iyiliğini gördüğümüz insanları bile çabuk
harcıyor, bir çırpıda siliyoruz ve kendimiz de siliniyoruz. Öfke, inat, kin, önyargı, kıskançlık
damarıyla çoğu dostlarımızla yakınlarımızla aramıza duvar örüyoruz.
Küçük bir meseleden abisine 15 yıl küsen ve öldüğünde cenazesine gelmeyen bir hanımefendiyi
anlatmışlardı. Bu kin bizim zayıf vücudumuza ağır gelmez mi? Üç günden fazla küs durmamak emri
nerde 15 yıl nerede? Aradaki mesafe, zaman çok uzun değil mi?
İnsanlara şans tanı, silme hemen, kabrime gelmesin deme, sildim onu defterden deme, gözümden
ırak olsun deme hemencecik. Verdiğini alırsın dünya ve ukba. Ne bir fazla ne bir eksik.
Bir şarkı sözünde dediği gibi:
Tanrım! Sen affetsen de ben affetmem, deme.
Peki, bize çok büyük zararları dokunan kötülükleri iyiliklerinden kat kat fazla insanları ne
yapacağız? Peygamberimizin ve âlimlerin hayatını oku, düşün, taşın. En son karar ver.
Huzur ve Mutluluk Bakanlığı açılsın diyordu spiker. Acaba içimizde kökleşmiş, katmerlenmiş kinleri
izale eder mi bakanlık yetkilileri? İçimiz dışımızdan en az iki kat güzel olmadan bakanlık bize fayda
verebilir mi? Konforda, markada, sahip olmakta, sınırsız tüketmekte, zenginlikte, şan şöhrette,
sınırsız özgürlükte, haz veren her şeyde mutluğu aradığımız bu çağda bakanlık bize köklü çözümler
sunabilir mi acaba? Alım gücünün düştüğü geçinmenin, yaşamanın zorlaştığı günümüzde bakanlık
bize mutluluk yolları gösterebilir mi? Zihin ve kalp özgürlüğüne ulaşamamış bireylere bakanlığın
acil çözümleri ne olabilir?
Ali ALTAYLI