Geçen hafta zeytin almak için pazara çıktım. Kurmak için kışlık zeytinleri aldıktan sonra pazarın çıkışında daha önceden tanıştığımız bir pazarcı arkadaşa selam verdim. Selam verir vermez kazancından, günlük ne kadar ciro yaptığından, mal almak için iyi bir toptancı bulmuş olduğundan anlatmaya başladı. Çay söylemek istedi; ama gün batmak üzere olduğu için hayırlı işler diyerek pazardan ayrıldım.
Yine geçen hafta çarşıdan işyerine dönerken selamlaşmadan hemen sonra bir tanıdık başından geçen istenmedik olayları ayaküstü anlatmaya başladı. Trafik kazası yaptığından, arabanın çok zarar gördüğünden, maddi olarak kaybının büyük olduğundan bahsetti. Daha sonra başından geçen başka bir olaya değinmek istedi, işyerinde kimse olmadığını söyleyerek ayrıldım.
Pedagog İshak Orhan’ a ait şu söz üzerinde düşünelim: “ Kazandığınız ve kaybettiğinizi hiç kimse ile paylaşmayınız lütfen! Değilse kazancınız azalır veya yok olabilir, kaybınız da artabilir. Denenmiş ve görülmüştür ne yazık ki! En yakınlarınız hatta kardeşiniz, anne babalarınız çocuklarınız bile haset edebilir. Sonra keşke demeyin inşallah.”
Daha önce aklımda kalan galiba Şeyh Sadi-i Şirazi’ye ait olan bir sözde: “ Halden anlamayan insanlara halinden bahsetme yüzüne karşı vah vah derler, arkandan oh oh çekerler.”
Biz insanlar anlaşılması güç bir varlığız. Aynı zamanda çözülmesi zor bir denklem ve bilmeceyiz. Akıl, imkân ve rızık genişliğini kendimizden bilir; bir an yanlışa düşerek kendimizin ve başarımızın, kazanımlarımızın arkasındaki büyük Kudreti unuturuz.
Yine başımıza hiç istemediğimiz halde gelen bin bir türlü nimetin kapısını aralayan kaza bela, musibet, ayrılık, hastalık gibi durumlarda perdenin bir tık ötesini görmekte yanlışlığa düşüp bizim gibi aciz, dönek, çoğu zaman halden anlamaz insanlara halimizi aşikâr ederiz. Madem Yaratıcı istemezse daldan bir yaprak yere düşmez. O zaman niçin bilmeden de olsa Hakkı bizim gibi aciz insanlara şikâyet ederiz?
Bilmem, nedendir organlarımız içindeki yıkımı çok büyük olan “dili” şımartır, hak ettiğinden fazla değer veririz?
Divan edebiyatı şairlerinden Osman Nevres dil noktasında bize şöyle seslenir:
Önün ardın gözet, fikr-i dakik et, onda bir söyle
Öğütme ağzına ne gelirse âsiyâb-âsâ
(Söz söylemeden önce on defa düşün, bir defa söyle; zihninden geçir, sözün nereye varacağını iyi hesap et. Ağzına gelen her şeyi değirmen gibi öğütüp atma, aklına gelivereni hemen söyleme.)
Konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için Abdulkâdir Geylâni’nin “Fütûhul Ğayb” kitabından alıntılara yer verelim.
“Bela ve musibetler onların kalplerini şirkten, halka, sebeplere, arzu ve iradelere bağlanmaktan temizler.”
“Cezalandırmak yahut hata ve günahlar karşılığında musibet veya belalara uğramanın belirtisi musibetlere karşı sabırsızlık gösterip tasalanarak halini insanlara ve Hak’tan başkalarına şikâyet etmektir.”
“Nefsin iki hali vardır. Bunun üçüncüsü yoktur. Ya afiyettedir veya bela içerisindedir. Eğer nefis bela içerisinde ise panik, şikâyet, öfke halinde olur. Cenab-ı Hakka itiraz ve suçlamada bulunur. Sabır,rıza ve muvafakat halinde olmaz. Bilakis edepsizlik eder, Hz. Allah’a karşı küfranı nimette bulunur.”
“Eğer nefis afiyet halinde ise aç gözlülük, lüks düşkünlüğü, şehvet ve lezzet peşine düşme gibi bir eğilim içerisinde olur. Yeme içme, giyim, aile, çoluk çocuk, ev, binit ne türden nimet varsa bunları değersiz görerek her birinde bir eksiklik ve kusur görerek değersizliğine hükmeder. Kısmeti olmadığı halde daha iyisini daha alasını isteyerek elinde bulunan kısmetine sırt çevirir.”
“Dünyada ve ahirette selamet isteyen sabır ve rızadan ayrılmasın. Derdinden dolayı halka, halinden şikâyet etmeyip ihtiyaçlarını Rabbine arz etsin. Rabbine itaate sarılarak derdinden kurtulmayı gözetip Rabbi ile baş başa kalsın. Zira Allah(c.c.) tüm yaratılmışlardan ve başkalarından daha hayırlıdır.”
“İnsan dünyanın paylarını istemekle nasıl meşgul olur? Pek çok insanları görmektesin ki, dünyaya ait payları çoğaldıkça dünyanın lezzet, kısmet ve nimetleri çoğaldıkça Mevla’ya daha çok kafa tutar hale geliyorlar; daha çok sıkıntıya düşüyor küfran-ı nimette bulunuyorlar.”
Asrımızda ne yazık ki benlik, kendimize ederimizden fazla değer vermemiz, imtihan için verilen dünyanın çeşitli imkânlarını kendi aklımızın ve çalışmamızın neticesi olarak bilmemiz gözümüzü kör etmiş, dilimizi aşırı özgür ve dengesiz eylemiştir.
Anonim bir mani benlik davasıyla dünyada “var mı benim gibi” diyerek sahip olduğu imkânları insanların gözüne sokan biz insanların en son durumunu gözler önüne serer:
Dünyasına dünyasına
Aldanma dünyasına
Dünya benim diyenin
Dün gittik, dün yasına
Kayıplarımız bizde kalsın ki, çabuk bizden uzaklaşıp gitsin. Canımızı sıkan maddi kayıplara yol açan musibetlerin götürdüklerine değil, getirdiklerine odaklanarak zihnimizi ve özümüzü gürleştirebiliriz. Yine Rabbimiz tarafından imtihan için verilen kazanımlarımız bizde kalsın, ifşa etmeyerek insanların gözüne sokmayarak şükrederek son nefese kadar bizimle kalsın. Şişmiş benliğimizden dilimiz aracılığıyla dışa yansıyan sözcükler; kıskanç kişilerin negatif enerjisini, nazarını kendimize çeker. Benlik ve kıskançlığın geleceğimize vurulmuş bir kelepçe olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.
Halil Cibran:
“Gez ve kimseye söyleme, gerçek bir aşk hikâyesi yaşa kimseye söyleme. Mutlu ol kimseye söyleme, insanlar güzel şeyleri mahveder.”
Ali Altaylı