Dışarısı yanıyor bugünlerde hava çok sıcak. Bu sıcak havalarda kaç kuşağın emek verdiği, milli servetimiz olan ormanlarımız zarar görebiliyor. Dünya genelinde ve ülkemizde yangınların oluşmasındaki en önemli neden, sıcaklığın artması ve biz insanların ihmalleridir. Bu iki neden ormanlarımızı, bahçelerimizi, ekinlerimizi, meskenlerimizi bir anda zarara uğratabilmekte, büyük kayıplara yol açabilmektedir. Her türlü yangın insanlığa zarar verir, maddi ve manevi kayıplara yol açar. Yılın belli bir döneminde oluşan bu yangınlardan daha tehlikeli, biz insanları her gün takip eden şehvet, öfke ve akıl yangınıdır. Bu yangınların artmasına sebep olan ise iman zayıflığı yangınıdır. Biz insanlara dünya ve ahiret mutluluk verecek olan, fıtrata uygun dinimizin emirlerini hayatımıza hayat kılmada çok zorlanmamızdır.
Dünyadaki mutluluğumuzun en önemli üç adımı öfke, şehvet ve akıl kuvvemizi doğru yönetmekten geçiyor. İfrat ve tefritten vasat düzeye getirebildiğimiz sürece mutlu, dengesizliklerimize kurban ettiğimiz sürece de mutsuz olacağız demektir.
Gün içerisinde beynimizden daha çok hafıza bankamıza olumsuz düşünceler giriyorsa kişilere, gruplara, statülere karşı içimizde öfke birikiyor. Olumsuz düşünceler duygularımızı harekete geçiriyor, duygularımız da kaslarımızı aktif ediyor. Beden ve ruh sağlığımızı bozan, en önemli ve yerinde kullanılmadığında çok tehlikeli olan duygumuz öfkedir. Uzun süren öfkeyle geçen günler, haftalar; baş, ense, kas ağrıları, kalp hastalıkları, hipertansiyon, şeker hastalıkları, depresyon, kanser vb. hastalıklara neden olabilmektedir.
Yaşamakta zorlanmak, pahalılık, zamlar, ikili ilişkilerdeki başarısızlık, uzun süren hastalıklar, aile geçimsizlikleri, iş hayatındaki başarısızlıklar, güvensizlik, güçlü bağların zayıflaması, zayıf iman, tevekkülsüzlük, kadere teslim olamama, beklentimizin çok yüksek olması, öfke duygumuzu tetiklemekte, sağlıklı düşünme yetimizi zayıflatmakta, ruhsal sağlığımızı bozmaktadır.
Öfkeyle ilgili özdeyişlere baktığımda öfkenin iyi olduğuna dair bir söz bulamadım. Dinimize, vatanımıza, namusumuza, canımıza, ailemize, malımıza karşı bir tehdit oluştuğunda öfkeyi harekete geçirmek, öfkenin en doğru kullanış yeridir. Bunun dışında kullandığımız öfke çoğu zaman bize zarar verir. Bunu hastanede, hapishanede yatanlara, ailesinin huzurunu öfkeye kurban edenlere, trafikte öfkesini kontrol edemeyenlere, yüklü maddi tazminat ödeyenlere sorabiliriz.
Mevlana:
“ Öfke rüzgâr gibidir, bir süre sonra diner; ama birçok dal kırılmıştır bile.”
R.W.Emerson:
“Öfkeyle geçen bir dakikanız, mutluluğunuzdan çalınmış altmış saniyenizdir.”
Öfkenin hâkim olduğu bir vücutta akıl ve imanın tesiri azalıyor. Gelecek huzurlu günlerin bir kısmını alıp götürüyor. Öfke en çok sahibini, daha sonra yakınlarını yakıyor. Savaşlar, can almalar, maddi zarara uğratmalar, uzun süren küslükler birikmiş öfkenin dışavurumudur.
Ne yazık ki, günümüzde öfkelenmememiz gereken şeylere çok öfkeleniyor; öfkelenmemiz gereken şeylere ise az öfkeleniyoruz. Kendi çıkarımıza dokunmadığı, rahatımızı kaçırmadığı takdirde; insanlığın zararına olan dinimizin ve kültürümüzün onaylamadığı çoğu durumlara öfkelenmeyi bile unutur derecesine geldik.
Şehvet denince genel olarak “cinsel arzu” aklımıza gelmekle beraber güzel yemekler yeme, kaliteli arabalara binme, lüks villalarda oturma, yeni çıkan markalara sahip olma, sahip olduklarımızı gösterme hissi de bir şehvettir.
Biz insanoğluna verilmiş olan şehvet kuvvetini doğru yerde kullanmadığımızda, bireysel ve toplumsal yangına sebep olmakta huzur ve dinginliğimizi gidermektedir. Bize verilmiş olan “cinsel arzuyu” meşru dairede kullanmadığımız takdirde, aile kurumunun zarar görmesine neden olmaktadır. Aldatmalar, tacizler, aile faciaları, çocukların zarar görmesi, maddi ve manevi kayıplar buna örnek gösterebiliriz.
Ekranlarda, sosyal paylaşım ağlarında boy gösteren görseller, hedonizmin, ahlaksızlığın, memnuniyetsizliğin, amaçsızlığın toplumda yaygınlaşmasına neden oldu. İslami düşünme ve yaşama isteğimizi, gayretimizi zorlaştırdı. Özellikle gençlerin yaşam tarzında büyük değişikliklere neden oldu. Elimizden bir türlü düşüremediğimiz akıllı telefonlar, kıymetli zamanlarımızı, utanma hissimizi hedonizme kurban etti.
Az çok hepimizde dünyalıklara karşı bir meyil var. İçsel özelliklerimiz değil, dışsal özelliklerimiz toplumda prim yapmaya başlayınca en iyisi ve en yenisine “sahip olma” düşüncemiz arttı. Filmlerdeki hayata sahip olmak için hırsımızı, şehvetimizi frenleyemez olduk. Elde ettiklerimizi başkalarına reklam etme ve cenneti dünyada yaşama düşüncesi mutluluğumuz aldı götürdü.
Birkaç kişi oturup konuşmaya başlasak alıp sattığımızdan, sahip olduklarımızdan, bu yaz gittiğimiz tatil yerlerinden, lüks restoranlara ödediğimiz hesaptan, başarılarımızdan, arsadan, kasadan, masadan, dolardan, eurodan, altından konuşmuyor muyuz? İşte bu konuşmalarımız da şehvetin dairesine girmektedir. Bu fıtrata konulmuş kuvveyi, ifrat ve tefritten çıkararak vasat durumuna getiremezsek kaybedeceğiz.
Divan edebiyatının piri Fuzûlî, bizim durumumuzu ne güzel ifade etmiş:
Dehr bir bâzârdır herkes metâ’ın arz ider
Ehl-i dünyâ sîm ü zer ehl-i hüner fazl u kemâl
(Dünya bir pazar yeri gibidir. Orada herkes malı ne ise onu sergiler. Dünya adamları gümüş ve altınlarını, hünerli kimseler erdemlerini ve olgunluklarını gösterir, anlatır.)
Aklın yangını olur mu diyeceksiniz? Akıl biz insanlara verilmiş en büyük zenginlik iken öfkeye, şehvete yenildiğinde; kalbi, gönlü dışladığında, Hakkı kabul etmeyip vahiyle barışmadığında, benlik ve gurura neden olup başka akılları küçük gördüğünde vücudumuzda ve toplumda yangın çıkarmaya başlar.
Akıl vahiyle barışmadığında, gerçek sahibini bulamadığında ifrat ve tefritten kurtulamayıp orta yolu, istikameti bulamaz. İstikametini kaybeden akıl sahibi insan, dünyada huzurlu, dingin, engin, verimli yaşayamaz. Kendi menfaatinden ve hazzından başka bir şey düşünemez. Toplumu ileriye taşıyacak, dünya ve sonsuzluk hayatının içinde barındığı, bir emek ve çalışmanın içinde bulunmak istemez. Daha çok hayvani özelliklerini beslemiş olduğu bir hayatla ölüme doğru yol alır.
Akıl, denizde yaşayan balık gibi denizin suyundan habersiz yaşadığı, gerçek sahibi olan Allah (cc) bulamadığı sürece imanlı bir yaşama yelken açamayacaktır. İmansızlık yangını ise hem dünya hem ahiret kazanımlarımızı engelleyen dünyadaki en büyük yangındır. Sekiz milyar dünya insanı içerisinde gerçek yaratıcısını bulamamış, bu yangında kendisini kaybeden ne de çok insan vardır. Bizler ise Müslüman bir anne baba ve vatanda doğduğumuz için ne kadarda şanslıyız. Rabbimize ne kadar şükretsek azdır, ama biz hakkıyla fakında olabiliyor muyuz?
Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin şu ifadeleri “en büyük yangın” gerçeğini ortaya koyar:
“ Bana, “Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”
Ne mutlu o insana ki! Öfke, şehvet ve aklını ifrat (ölçüyü kaçırma, aşırılık) ve tefritten (gereğinden aşağı kalma) koruyarak istikamet üzere tutabile. Kolay bir mesele de olmasa istemek, niyet etmek, bu konuda kafa yormak bile güzel değil mi?
Ali ALTAYLI