Sabah namazını devamlı camide kılan ve gözü görmeyen orta yaşlı bir beyefendi dikkatimi çekti. Genç müezzininin de gözünün görmediğini sonradan eli değnekli görünce anladım. Sonra kendimi soru yağmuruna tutmaya başladım. Gözü görmeyen, elindeki değnekle yönünü bulan, aynı mahalle komşun sabah erken karanlıkta camiye gidiyor da sen gözün gördüğü halde niçin sıcak yorganı üzerinden atıp camiye gidemiyorsun? Sonra düşündüm gözleri görmeyen o iki kişiyi, sabah erken gözlerinin ışığı yok, havanın da ışığı yok; ama içlerinin aydınlığı yönlerini buldurtuyor. Bizim ise -sonsuz şükür- gözlerimizin ışığı var, ama sıcak yataktan kalkıp sabahın o eşsiz havasını içimize çekip camiye gidemiyoruz.
Mehmet Akif Ersoy’a sormuşlar. Bu ülke ne zaman düzelir? diye, o da şöyle cevap vermiş: “Cuma namazına gelen cemaat, sabah namazına da geldiği zaman.”
Yüce kitabımızda namaz ve zekâtın birden çok ayette ısrarla geçmesinin en önemli nedenlerinden birisi de namazın insanı, yani bizi, zekâtın da toplumu onarmasıdır.
Namaz kılan bir insan bilir ki, benim gerçek sahibim ne annem ne babam ne de yakınlarımdır. Benim gerçek sahibim beni yoktan Yaratan, anne karnında beni besleyen, daha sonra da iyi ve kötü ile beni imtihan etmek için geçici dünya pazarına gönderendir. Daha sonra da kalıcı olan sonsuzluk yurduna gönderecektir. Nasıl ki, anne karnında çok aciz ve güçsüz iken bana sahip çıkan Yaratıcım anne karnından çok büyük olan dünya karnında da bana sahip çıkacak, bana şefkatli olacak, beni koruyacak, ihtiyaçlarıma ve hayallerime zamanı gelince kavuşturacaktır. Ünlü fizikçi Arşimet: “Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım.” der.
Biz inananların en büyük dayanak ve yardım noktası Rabbimiz’dir. O bize en yakınlarımızdan daha yakın, bize bizden daha yakındır. Psikolojik hastaların en çok dillendirdiği kimsem yok, kimse bana sahip çıkmıyor, şu koskoca dünyada yalnızım, insanlar acımasız ve merhametsiz, kimse beni arayıp sormuyor, halin ne demiyor, kimseye güvenemiyorum, hayat yükü ağır ve ben sorunların içerisinde boğuluyorum, dünya bana dar geliyor, içim sıkılıyor, kalbim sıkışıyor vb. ifadeler ancak Rabbimizle namazla insanlarla tüm yaratılmışla eşyayla arayı düzelterek çözüme kavuşabilir.
Tahkiki, güçlü inanç bizi ruhsal olarak savrulmaktan koruyor, psikolojimizi düzenliyor; bizi kula ve eşyaya kulluktan koruyor. Dünya hayatındaki sorunlardan daha büyük bir Rabbimize el açıp dua etmekle özgürleşiyor, güçleniyor, özgünleşiyoruz. Kıldığı namazın içini dolduran, bilinçli ve şuurlu bir insanda stres az oluyor, psikolojik rahatsızlıklar yok denecek kadar az görülüyor.
Yine zenginlerin hakkıyla zekâtını verdiği bir toplumda sosyal güven, merhamet, şefkat oluşuyor. Fakir zengin arasındaki maddi uçurum dengeleniyor. Fakirin zengine karşı kin, nefret, öfke, kıskançlığı azalıyor. Zengin de ölümlü olduğunu, gerçek mülk sahibinin kendisi olmadığını bilerek maddenin kendisini esir almasının önüne geçmiş oluyor.
Zekâtın toplumda hakkıyla filizlenmesi sayesinde Necip Fazıl Kısakürek’in mısralarında değindiği sosyal adaletsizliğin önüne geçilmiş olur:
Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul
Yüksek ruhlu, yüce gönüllü, seçkin insanların söyledikleriyle konumuza açıklık getirelim:
Cemil Meriç şöyle der: “Namaz kılan bir toplumda psikolojiye, zekât veren bir toplumda sosyolojiye ihtiyaç yoktur.”
“Namaz psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan kendini yalnız hissetmez. O, en büyük güce bağlıdır. O gücün inayeti içindedir. Namazı huşu içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz.”
“ Oruç, zekât ve infak gibi ibadetlere devam ederek İslam kardeşliğini yaşayan bir toplumda da sosyolojik patlamalar olmaz. Bu sayede büyük buhranlar yaşanmaz, zulüm olmaz.”
Necip Fazıl Kısakürek tüm fanilerden ve karanlık düşüncelerden sıyrılıp Baki hakikatlere doğru yol almaya başladığı zamanlarda yazdığı şiirler iç huzurun ve hakiki mutluluğun Rabbimizi tanımakta ve emrince yaşamakta olduğunun göstergesidir.
Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış
***
Namaz, sancıma ilaç, yanık yerime merhem;
Onsuz, ebedi hayat benim olsa istemem!
***
Yalnız seccademin yönünde şefkat;
Beni kimsecikler okşamaz madem;
Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de namaz ve duanın insan yeme, içme gibi zaruri olduğunu söyler.
“ Namazda ruhun, aklın, kalbin, aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir.”
“ İslamiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır.”
“Kul ile Allah arasında yüksek bir nispet (bağ) ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir.”
“Bu misafirhane-i dünyada aciz ve fakir kalbine kut ve gına (azık ve zenginlik) ve elbette bir menzil olan kabrinde gıda ve ziya ve her halde mahkemesi olan mahşerde senet ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek sırat köprüsünde nur ve Burak” olduğunu söyler.
Üstad Hazretleri duanın insana güç, huzur, özgüven ve bedenen ve ruhen dayanıklılık verdiğini şöyle açıklar:
“Duanın en güzel, en latif, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki; onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli her şeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil, bir Kerim zât var. Ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyaçlarını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def edebilir bir zatın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyup dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp ‘Elhamdülillâhi Rabbi’l Âlemin’ der.”
Ali Altaylı