Daha önceki yıllarda çocuk ve genç ölümlerini daha az duyardık. Şimdilerde ise çocuk ve genç ölümlerini daha çok duyar olduk. Ateş düştüğü yeri yakmakla beraber toplum olarak üzülüyor, endişeleniyor, bu gidiş nereye demekten kendimizi alamıyoruz.
Hastane girişinde karşılaştığım işyeri komşumun oğlunun durumu hakkında söyledikleri, yağmurdan sonraki havanın güzelliğine şahit olmak için ailecek çıktığımız park gezisindeki izlenimlerim bu yazıyı kaleme almama neden oldu.
Yaşam denen şu kısa hayatta biz insanlar genellikle dört kritik dönemden geçeriz:
Çocukluk
Gençlik
Orta yaşlılık
Yaşlılık
Bu dört kritik dönemden en çok kendimize dikkat etmemiz gereken dönem, hiç şüphesiz “gençlik” dönemidir. Çocukluk döneminde anne babamızın koruması altında olmamız, orta yaşlılık ve yaşlılık döneminde de yürüdüğümüz yolların uzunluğundan ve çeşitliliğinden elde ettiğimiz tecrübe, ömrün son demlerindeki dinginlik bizi yanlış yapmaktan koruyabilmektedir.
Her insanın bu kısa imtihanlarla dolu hayatta öğrenme şekli farklıdır.
Kimilerimiz bu zorlu hayatı okuyarak öğrenmeye, anlamaya, keşfetmeye çalışır.
Kimilerimiz gezerek görerek öğrenmeye çalışır.
Kimilerimiz söz, öğüt dinleyerek tecrübeli kişilere kulak kesilerek öğrenmeye çalışır.
Kimilerimizde en pahalı öğrenme şekli olan bedel ödeyerek, başını taştan taşa vurarak, maddi manevi kayba uğrayarak ömrünün en güzel yıllarını heba etmekle öğrenir.
Çok kısa olan hayatı bedel ödeyerek öğrenmek büyük ve zorlu bir tecrübedir insanoğluna. En pahalı öğrenme şeklini kimse bile isteye kabul etmez. İçine bir anda düşer ve çıkmazı zor olur. Sorunlu geçen çocukluk dönemi, yanlış çevre ve istenmeyen alışkanlıklar, hedefsizlik ve başıboşluk, büyük ve derin boşluk duygusu her insanı, özellikle gençleri yavaş yavaş yıpratır ve gelecek günlerini karanlıklarda bırakır.
Büyük fikir işçisi Cemil Meriç:
“ İnsanlık, daima kötü oyuncaklar peşinde koşan bir çocuk.” der.
Asrımızın güncel kötü oyuncakları ve sıkıntılı çevre çoğu genci hayattan koparmıyor mu?
Madem, bu asırda bile isteye pusuda bekleyen yabancı, şer odaklar gençliğimizi kötü oyuncaklar peşinde koşturtmak istiyorlar, bizim bu konuda çok uyanık olmamız gerekiyor.
Peki, kimler uyanık olacak?
Aileler
Gençler
Eğitimciler
Manevi rehberler
Sanatçılar
Politikacılar
Büyüklerimiz, yönetimde bulunanlar
Gayreti milleti, duyarlı bu vatan evladı olan herkes.
Büyük fikir ve dava adamı Cemil Meriç, yanık ve duyarlı yüreğiyle yine şöyle bir tespitte bulunur:
“İmansız ve idealsiz nesiller türettik. Pusuda bekleyen yabancı ideolojiler, setleri yıkılan ırmaklar gibi yayıldılar ülkeye.”
Ekranların yakıcı, yıkıcı, bozucu, ayartı ve tüketime hizmet eden yönünde, sosyal paylaşım sitelerinde, sanal âlemde, kendi değerlerimizden çoğu zaman yoksun yabancı kültürlerin işgal ettiği ideolojilerde, görsellerde kıymetli vakitlerimizi geçirmiyor muyuz?
Toplumun yaklaşık üçte birini oluştun gençler, anlaşılmak istiyor. Birden çok yaşlı gibi çok kurnaz ve maddeperest değil. Paylaşmayı seviyorlar ve cömertler. Gençlik çağında daha çok duygular ağır bastığı, akıl ikinci planda olduğu ve tecrübe çok az olduğu için çıkmaz sokaklarda özgürlük, mutluluk arayabiliyorlar.
Bazen ilk önce eleştiriye kendimizden başlamamız gerekiyor. Biz yetişkinler, gençlerle bu çağın diliyle konuşamıyoruz, kötü örnek oluyoruz, ağzımızdan çıkan cümlelerle yaşantımız örtüşmüyor. Ahlaktan dem vuruyoruz, ama gözümüz, yaşantımız bizi doğrulamıyor. Kötü alışkanlıkların zararlarından, dürüstlükten bahsediyoruz; ama yeterince bu konularda iyi değiliz. Gençler konuştuklarımızla değil, gördükleriyle ve eylemlerimizle amel ediyorlar.
Gençler, kaliteli çevrede bulunduğunda ve doğru yönlendirme yapıldığında hem kendilerine hem sevdiklerine hem de ülkelerine değer katacak büyük bir servettir.
Eğitimcilik ve iş hayatımdaki tecrübelerimden, gözlemlerimden elde ettiğim şu beş madde gençlerin “ağır bir bedel” ödemeden hayatlarını devam etmelerini sağlıyor, yarınlarını güzelleştiriyor.
- Belirli bir hedefi olan bir genç, savrulmaktan kurtuluyor. Hedef o genci tutuyor, sağa sola değil masa başına götürüyor.
- Kitap okumayı ve “kitaptaki arkadaşları sokaktaki arkadaşlardan daha çok seven” bir genç, yarınlarını güzelleştiriyor.
- Zamansız kız ve erkek arkadaş derdine düşmeyen, flört yapmayan, taşkın duygularını gemlemesini bilen bir genç, asrımızın en tehlikeli “hedonizm” fitnesinden kendini koruyor. Zira gençlerin en büyük yıkımı bu yönden geliyor.
- Çalışmayı, üretmeyi seven belirli bir işin ucundan tutan, meslek öğrenen, aile ekonomisine katkıda bulunan sabah işe gidip akşam işten dönen bir genç, başıboşluğun verdiği zararlardan kendini koruyor. Boş insan dünyanın her yerinde sıkıntılıdır, tehlikelidir: ama bu genç ise daha tehlikelidir.
- Anne baba, temiz çevre, eğitimci yönüyle daha şanslı, evde değer gören, düşüncesine önem verilen, sevgi ve muhabbeti doya daya yaşamış, kavga ve çatışmanın çok az yaşandığı evlerde yetişmiş gençler, savrulmaktan kurtuluyor; farklı dünyalarda sevgi ve değer arama hatasına düşmüyorlar.
Necip Fazıl Kısakürek’in “Gençliğe Hitabesi” ideal bir gençliği tasvir eder:
“Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…
“Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurunda bir gençlik…
Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hâkimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını Allah’ın, Kur’ân’ında “belhüm adal” dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu devreleri, yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…
Gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün “dikey”leri “yatay” hale getirecek bir nida kopararak “Mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik…
Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik…
Halka değil, Hakk’a inanan; meclisinin duvarında “Hâkimiyet Hakk’ındır” düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bulan bir gençlik…
Emekçiye “Benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başıboş bırakılamazsın!” Kapitaliste ise “Allah buyruğunu ve Resul emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!” ihtarını edecek… Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik…
Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan ve bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığını, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezhep, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâm’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek bir gençlik…
“Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan fert fert “Ben varım!” cevabını verici, her ferdi “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” duygusuna sahip bir dâva ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik…
Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette strateji ve taktik sahibi bir gençlik…
Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin bir gençlik…
Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, fuhuş albümü gazetesi, şaşkına dönmüş ailesi ailesi, ve daha nesi ve nesi, hâsılı, güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine, telkin ve temmişesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, tek başına onlara karşı durabilecek destanlık bir meydan savaşı içinde ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik…
Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiçbirini beğenmeyen, onlara “Siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanlarısınız! Gerçek Müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başınıza gelmezdi!” diyecek ve gerçek Müslümanlığın “ne idüğü”nü ve “nasıl”ını gösterecek bir gençlik…
Tek cümleyle, Allah’ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin âlemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, O’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, sarınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye lâyık görecek bir gençlik…
Bu gençliği karşımda görüyorum. Maya tutması için otuz küsur yıldır, devrimbaz kodomanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamd etme makamındayım.
Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim manevî babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymandır!
Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!
Allah’ın selâmı üzerine olsun!”
ALİ ALTAYLI