Dünyadaki yolculuğumuz anne karnına düşmekle sonsuzluk yolculuğumuz ise toprağın karnına düşmekle başlıyor. Yol güzergâhı belli, yolcu olan ise biz insanlar. Hakikatte ise ruhlar âleminde başlayan yolculuğumuz, anne karnı, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık, kabir, berzah, haşir, sırat diye devam ediyor.
Bugün hem kabir ziyareti yapayım hem de öğle namazını yeni musallada kılayım diye niyetlendim. Öğle namazını kıldıktan sonra musallada imam cenazenin olduğunu söyledi. Cenaze namazını kılmak için cemaat musallaya yöneldi. Görevli, öğle namazına müteakip kılınacak toplam üç cenazenin olduğunu söyledi. 16 yaşında olan bir gencin-yanlış hatırlamıyorsam-Siyahser Camisinde, 80 küsur yaşında iki erkek cenazenin de burada musalla taşında olduğunu söyledi.
Bir de cenaze de mahkûm vardı. Cenaze namazına durduğumuzda mahkûmun önünde bir asker, arkasında birden çok asker, rütbeli, polis dikkatimi çekti. Görevli müezzin, mahkûma bir an önce hayırlısıyla çıkması için dua etti.
Musallanın yanındaki petrolün bahçesinin duvarına asılmış Necip Fazıl Kısakürek’e ait mısralar da dikkatimi çekti:
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?
Eski musalla bizim işyerinin hemen yanındaydı. Burada da musalla duvarında Bediüzzaman Said Nursi’ye ait şu vecize asılıydı:
“Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar gider.”
Yine üstada ait şu ifadelerde, zamanın değişmesinin ölüm gerçeğini değiştirmediğini ve biz insanların başıboş olmadığı hakikati göze çarpar:
Ey nefsim!
Deme: “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor; firak bekaya kalbolup, başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peyda ediyor.
Hem deme: “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?
Daha önce de söylediğimiz gibi gelecek hakkında yüzde yüz bildiğimiz tek şey bir gün zamansız öleceğimiz. Yüzde elli bildiğimiz ise ihtiyarlığın bize doğru hızla yaklaştığı. Diğer gelecek hakkında bildiğimiz her şey ihtimal.
Kabristanlığın içinde bir süre yürüdüm. Kendime hâkim olamadım gözlerimden akan yaşların yanaklarımı ıslattığını fark ettim.
Niçin mi?
Yerin altındakilerden hiç ses gelmiyor, sakin, sessiz ve mütevazı. İçe dönük yaşıyorlar, yanlarında dışa ait hiçbir şey yok. Hepsi eşit; bir toprak, bir beden, üstlerinde biraz yeşillik. Sadece kabir taşları birazcık denkliği bozuyor. Selam verdim kulağıma bir ses gelmedi. Galiba yerin üstünde benim gibi çok konuştukları için susma, hiç kimseyle konuşmama orucu tutmuşlar. Toprak onları kısa bir süreliğine içine almış yeni bir doğum için ve kendisi gibi mütevazı kılmış. Tarifsiz bir huzur kapladı içimi dolaştıkça kabristanlığı.
Ne zaman kabristanlığa gitsem bizim olmayanlar için mücadelemizin çok çetin olduğunu görüyorum. Bizim olmayanlar ve bizimle gelmeyecekler için hırsla çok çalıştığımız ve boğuştuğumuz için yeryüzü sakin ve güvenli değil. Kaybettiğimiz iç huzurun yerine neyle doldurabiliriz. Bir gün toprağa girecek bizler, ister istemez uzanacağımız yer kadar bir toprak parçası için bile dünyayı yakınlarımıza dar ederek, kan bağıyla bağlandıklarımızdan bile kopmuyor muyuz? Kabir gerçek, yaşantıya dökülmüş iman; iyi niyet, temiz kalp, Hak ve halkla güzel iletişim istiyor. Peki, biz neyin peşinden soluk soluğa koşuyoruz? Bir ömür çalışarak elde ettiklerimizin kabirde bir yeri var mı?
Kabristan sakinlerinin durumunu Yunus Emre ne güzel anlatmış:
Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
*
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
*
Kimisinin üstünde biten otlar
Kiminin başında sıra serviler
*
Kimi masum, kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler
*
Toprağa gark olmuş nazik tenleri
Söylemeden kalmış, tatlı dilleri
*
Gelin, duadan unutman bunları
Ne söylerler ne bir haber verirler
*
Yunus der ki gör takdirin işleri
Dökülmüştür kirpikleri kaşları
*
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler
Ali ALTAYLI