Bir hemşire hanımdan işitmiştim. Bana tanıdıklarımdan biri eviniz var mı diye sordu. Ben de yok deyince tekrar hiç mi yok diye sordu. Ben de şaşkınlıkla hiç yok, diye cevap verdim, demişti.
Bizleri şaşı ve kör eden, adeta köleleştiren, ufkumuzu daraltan iki ezeli çıkmazımız şunlardır:
Sahiplenme, eşyada, mal mülk de değer arama tutkumuz.
Bitmez tükenmek bilmeyen arzularımız.
Bir çocuk annesine babasına hakkıyla güvendiği için dünyalık ihtiyaçları için strese girmiyor; ne zaman annesi babasının yanından ayrıldı, yetişkin oldu, gerçek sahibinden yüz çevirdi, sahiplenme duygusu özünde filizlenmeye başladı o zaman endişesi çok, dinginliği az olmaya başlıyor.
Divan edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Nâbî ilmi, mala, dünyalıklara tercih etmemizin sebebini beytinde şöyle açıklar:
Tahsil-i ilmin üstüne tercih eder mi nâs.
Tahsil-i mâl vasıta-i rif’at olmasa.
(Mal mülk sahibi olmak eğer toplumda yükselme, itibar sebebi olmasaydı biz insanlar ilmi, irfanı bırakıp da mal peşinde koşmazdık.)
Dur, düşün, yeniden başla, gidişatını sorgula tekniğiyle hiç kendimize sorduk mu?
Hastalıklar, yaşlılık, ölüm bize doğru koşup gelirken dünya sırtını dönüp elveda bile demeden hızla bizden uzaklaşırken biz neyin peşindeyiz?
Bulduklarımız, gerçekten aradıklarımız mı?
Bulduklarımız, gerçekten paha biçilmez değerde mi?
Amaçların mı, yoksa araçların mı?
Yoksa araçları amacımıza basamak yapmak isterken araçlar amaca mı dönüştü?
Sevdiklerimiz ve evimiz İstanbul’da olsa misafirlik, tatil için gittiğimiz şehirde uzun süre durmak istemeyiz.
Peki, gelenin durmadığı, gidenin gelmediği bu misafirhanede gayretimiz, yönümüz nereye?
Kök salma isteğimiz, deve kuşu gibi yaşama gayretimiz niçin?
Onun için Hazret-i Ali (ra) şu nasihatte bulunmuştur:
“Dünya arkasını dönmüş gidiyor. Âhiret ise yüzünü dönmüş geliyor. Her birinin kendine has evlâtları (tâlipleri) vardır. Siz âhiretin evlâtları olun, dünyanın evlâtlarından olmayın!”
Nietzsche, sahiplenme duygusunun bizi köleleştirdiğine vurgu yapar:
“Nesnelere sahip olmak sizi köleleştirir.”
Hayatımıza giren canlı ya da cansız varlıkların çokluğu bilmeden de olsa bizim özgürlüğümüzün önünde bir settir.
Ben gidiyorum dediğimizde gidemiyorsak evdeki bir kedi köpek bile bizi yolumuzdan alıkoyuyorsa bilin ki gerçekten özgür değiliz.
Arkamıza dönüp baktığımızda gitmemizi engelleyen sahip olduğumuz bağların, maddelerin, eşyanın çokluğu bizi küçültüyor, yoruyor, hak yoldan ayırıyor.
Cemil Meriç, “burası benim”lerin cinayetlere neden olduğuna değinir:
“İnsan, bir tarlanın etrafını çiftle kuşatıp burası benimdir dediği günden beri doğru yoldan uzaklaşmış. Cinayet cinayeti kovalamış, facia faciayı.”
“Benim” diye başlayan her cümle aslında bizi, bizden ediyor.
İçinde “benim” geçen ifadeler, aslında sahiplenme tutkusundan ve narsistlikten dem vuruyor, demektir.
Burası benim tarlam, arsam, evim; bu araba, bu eşya, bu yüz, el, kol benim vb.
Ölümlü olan bizler gerçekte neyin sahibiydik ki?
Sahiplenme hırsı dünyadaki huzuru, dinginliği alıp götürmüyor muydu?
Gerçek sahip Rabbimiz iken, bu sahiplik davasındaki aşırılık Hak ve insanlarla ilişkimizi bozuyor, haset ve hırsı hortlatmıyor muydu?
Peki, insan sahip olmadan yaşayabilir mi?
Yönü sonsuzluğa bakan, amaca hizmet eden, gerçek sahibi unutmadan mecazi sahiplenme doğru bir sahiplenme olsa gerek.
Can Yücel ne güzel ifade etmiş:
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan bir şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…
Marks şöyle der:
“Ne kadar az şeye sahipseniz o kadar zenginsiniz.”
Çok şeye sahip olmak kalp ve beyin dinginliğini giderir, varlık çoğu zaman huzursuzluğu çeker, derler. Şirklerden arınmış tevhit inancı, iman, huzur, sağlık, aile uyumu, ilim talebinde olmak, kimseye muhtaç olmamak, ölüm ve hesabı unutmadan dengeli yaşayabilmek en büyük zenginlik değil mi?
Sahiplenme duygusundan uzak, dünyasını bir sepete sığdıran Üstad Bediüzzaman Said Nursi, insanın bu dünyaya geliş amacını şu şekilde açıklar:
“Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubudiyettir. Yani, “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair, Kàdiü’l-Hâcât’a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve duâ etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-i ubudiyete uçmaktır.
Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır. Ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.”
İkinci olarak bitmek tükenmek bilmeyen arzularımız, şu kısa hayatta gözümüzü kör ediyor.
Cemil Meriç, arzuların yıkıcı etkisine değinir:
“ Pervane bilmeden ateşe atar kendini. Balık oltayı fark etmediği için yeme koşar. Biz arzuların felaketle örülü bir ağ olduğunu biliriz, ama uzaklaşmayız onlardan. Ne korkunç gaflet!”
Tehlikeyi sezdiğimiz, birden çok bedel ödediğimiz halde bir türlü uzaklaşamadığımız taşkın arzularımız.
Bu asırda ekranlar arıcılığıyla servis edilen her türlü arzuyu kamçılayan görseller, beşeri hırçınlaştırmış, hedeften şaşırtmış, boş ilerle oyalamış, insanlığın kalbini ve aklını küstürmüştür.
Necip Fazıl Kısakürek, insanın kendisinden kaçmasının zorluğuna değinir:
Bir kurdum ki, sizi hep diş diş yerim
Ve gezerim her gün elbisenizde…
*
Hep nefs çıkar karşıma, ölüp ölüp dirilsem;
İnsandan kaçmak kolay, kendimden kaçabilsem.
ALİ ALTAYLI