Bu dünyada bir insan suç işlerse devletin yetki verdiği görevli memurlar o insanın ellerine kelepçeyi takarlar ve gerekli işlemleri yaptıktan sonra da soğuk yüzlü dört duvar arasına koyarlar. Kader mahkûmu olmuş bu tür insanlara üzülürüz hele hele çocuk ve genç yaşta ise daha çok üzülürüz. Dört duvar arasındaki bu insanların birçoğu belirli süre sonra çıkar ve hayatlarına kaldığı yerden devam ederler.
Aslında asıl üzülmemiz gereken bir ömür boyu zihinlerine, gönüllerine, gelecek günlerine bilerek ya da bilmeyerek kelepçe takanlar ya da taktıranlardır.
Peki, bir insan elini kolunu sallayarak istediği birçok şeyi yapmaya muktedir olduğu, geniş bir dünyada yaşadığı halde nasıl zihnine, gönlüne ve gelecek günlerine kelepçe takar, kendi kişisel hapishanesini kurar ve orada farkında olmadan da olsa yaşamaya devam eder bir ömür?
Bugünkü yazımızda gerçek özgürlük ve hafifliğin önündeki prangalarımıza kafa yormaya çalışalım. Dünya gittikçe ağırlaşıyor ve biz zayıf, güçsüz omuzlarımızda taşıyamaz duruma geldik bu ağırlığı. Artık gerçek özgürlüğü tatmak ve hafif bir şekilde bu dünyadan geçmek istiyoruz.
Peki, bu nasıl olacak?
Ruhi haz yerine bedensel hazzı tercih eden, adeta bu hazzı kutsayan biz dünya insanları yavaş yavaş kendi ellerimizle kurduğumuz hapishanede yaşarız da haberimiz olmaz. Bir yolculuk sırasında akıllı telefonundan hiç durmadan üç saat kaydır kaydırlarla yolculuğu tamamlayan bir şahsı gözlemlemiştim. Kaydır kaydırlar ile kayan hayatlara hizmet etmiyor mu elimizdeki akıllı telefonlar? Gayeden uzak en az günün dörtte birini ekranlara veren bir birey gerçekten özgür olabilir mi? Hedonizme hizmet eden görseller, diziler, sinemalar, okumalar bizi köleleştiriyor, ulvi duygularımızı köreltiyor, hayvani özelliklerimizi besliyor, değerli zamanlarımızı değersizleştiriyor.
Bir an önce Rabbimiz ile barışık bir hayat yaşayarak özümüze, kendimize dönerek üzerinde oturduğumuz değerleri keşfederek maneviyatla ruhi hazla buluşmamız, bu duyguyla yücelmemiz gerekiyor. Yoksa çok geç olacak. Kendi ellerimizle kurduğumuz hapishaneden özgürleşerek çıkmamızın birinci kuralı budur:
Bedensel haz yerine ruhi hazzı öncelemek.
Peki, ruhi hazzı nasıl elde edeceğiz?
Çok yemek yerine az yemek, sadece çok acıkınca yemek, yemek için yaşamamak ayakta kalmak, çalışıp üretmek, bir gaye için yemek. Tokluk şımartıyor, şaşırtıyor, hasta ediyor çoğu zaman. Oruç tutmayı alışkanlık haline getirmek ruhu bedenin üzerine çıkartıyor.
Rabbimizin sınırlarını aşmamaya çalışmak, bize anne babamızdan daha şefkatli ve cömert olduğunu, en büyük dayanak ve yardım noktasının gerçek yetkilisinin bizzat kendisi olduğunu düşünmek, bizleri ruhi hazza yönelterek güçlü kılar.
Boş zamanları değerlendirmek ve temiz arkadaşlarla dostluk kurmak ibadet, dua, zikir, temiz bir dil, kalp ve akıl bizi ruhi hazza yöneltir.
Özellikle geniş gönüllülük, içimizin ve beynimizin temizlenmesi benlik, kıskançlık, cimrilik, gösteriş, hırs, öfke, yalan, dedikodu, her türlü israftan uzak durmak bize ruhi haz vererek gerçek özgürlüğü tatmamızı sağlar.
Karıncalar, köpekler, tilkiler gibi olmamaya gayret göstermek arılar, kediler, ağaçlar, balıklar ve kuşlar gibi olmak bizleri ruhi hazza yöneltir, özgürleştirir.
El âlem ne der düşüncesiyle değil; benim gerçek sahibim, ölümün ve hayatın, aldığım nefesin, gece gündüzün, ayların, yılların, güneşin, yağmurun sahibi ne der şuuruyla yaşamak ruhi hazza pencere açar ve bizi özgürleştirir.
Kendi ellerimizle kurduğumuz hapishaneden özgürleşerek çıkabilmemizin ikinci kuralı şudur:
Allah’ın adıyla okumak, gezmek ve bizden ilim, irfan, hikmet yönüyle daha iyi konumdaki insanlarla buluşmak beynimizi ve kalbimizi açtığı, iyileştirdiği için gerçek özgürlüğün şifrelerini içerisinde barındırması yönüyle önemlidir.
En sıkıntılı insanlar aklını vahyin emrinden koparan, tek dünyalı yaşayan, görgüsüzlüğü ve cahilliği çok, kalitesiz bir ailede ve çevrede insan çöplüğü diyeceğimiz mekânlarda yaşayan insanlardır. Bu tip insanlar kendi kurdukları hapishanelerde bir ömür yaşarlar da haberleri olmaz.
Atalarımız okumayana dokuz hoca az, derler. Beynin açılması ve beslenmesi merak ve araştırma ruhunun kamçılanması okuma eylemiyle olur.
Kalbimizin hangi Kerem’in ya da Aslı’nın, Mecnun’un ya da Leyla’nın peşinden sürüklendiğinin tespiti, kalbimizin her türlü makam mevki, şöhret, zenginlik, ilmi enaniyet sevgisinden kurtulup gerçek sahibinin sevgisine doğru akması, gerçek özgürlüğü armağan eder bizlere.
Kendi ellerimizle oluşturduğumuz hapishaneden özgürleşerek çıkabilmemizin üçüncü kuralı ise şudur:
Alışkanlıklarını iyi yönde yenisi ve orijinaliyle değiştir, zihnin, kalbin ve geleceğin özgürleşsin.
Hepimizin alışkanlıkları var. Günlük, haftalık, aylık ve yıllık alışkanlıklarımız geleceğimize yön veriyor.
Kimimizin konfor ve tembellik alışkanlığı,
Kimimizin kumar ve alkol alışkanlığı,
Kimimizin gece yatmaz, sabah kalkma bilmez alışkanlığı,
Kimimizin dedikodu alışkanlığı,
Kimimizin şikâyet ve hastalık hastası olma alışkanlığı,
Kimimizin imtihan için verilen güzellikleri, kazanımları gözlere servis etme alışkanlığı,
Kimimizin ömründe tek bir kitap dahi okumamakta direnme alışkanlığı,
Kimimizin çekirdek eşliğinde haftanın en az beş günü dizi takip etme alışkanlığı,
Kimimizin başkalarının muhasebesini tutma alışkanlığı,
Kimimizin ayda en az üç, dört sefer doktor yüzü görmezse olmayan hastalığının tekrarı alışkanlığı,
Kimimizin inat, kin, nefret, öfke alışkanlığı,
Kimimizin başkalarının günahlarını yayma ve tartma alışkanlığı vb.
Çoğu zaman arkadaşlarımız aracılığıyla zamanla elde ettiğimiz ve bize zarar veren, ilişkilerimizi bozan, Yaratıcımız ile aramızı açan bu alışkanlıklarımızı iyi yönde değiştirmek bizi özgürleştirecek şifreleri içinde barındırır.
Beynimizin ve kalbimizi kötü alışkanlıklar kelepçesinden kurtulup özgürleşmesini sağlayan en önemli etken, çevremizi değiştirmek ve geçmişte bize verdiği zararları iyi hesap ederek dönüş yapabilmektir.
Kendi ellerimizle oluşturduğumuz hapishaneden özgürleşerek çıkabilmemizin dördüncü kuralı ise şudur:
Bakış açını ve niyetini güzelleştir, kalbin ve zihnin özgürleşsin.
Peki, bu nasıl olacak?
Kutlu Nebi (sav) bir hadisinde şöyle buyurur.
“Müminin niyeti amelinden daha hayırlıdır.”
Niyet hayır akıbet hayır, derler.
Bakış açısı ve niyeti sıkıntılı bir insan, önce kendini daha sonra diğer insanları hasta eder. Çok güzel bir bahçede sadece gözünü gülün dikenine yönlendiren ve kusursuz bir yemekte kusur arayan bir insandan daha mutluluk fakiri kim olabilir?
İyi niyetinin ekmeğini çoğu zaman yemiş güzel gören, güzel düşünen, iyiye yoran insanlar bu dünyada gerçek özgürlüğü tadarlar ve psikolojik yorgunlukları az olur.
Risale Nurlardaki şu güzel tespitlere dikkat çekerek bugünkü yazımızı sonlandıralım:
“Nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalb eder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir.”
“Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.”
“Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtela olur. Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev’-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahibsiz, hâmisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder.”
ALİ ALTAYLI