İşyerine gelirken bir arabanın arka camında yazılı bir söz gözüme ilişti. Okuyabildiğim kadarıyla bir cümleden oluşan bu söz şöyleydi:
“Ehline denk düşmeyen her şey ziyan olur.”
Sonra araştırdığımda bu sözün Hz. Mevlana’ya ait olduğunu gördüm, sadece inci mercanı eksikti:
“Ehline denk gelmeyen her şey ziyan olur can da inci mercan da.”
Atalarımızda bu sözün anlam içeriğine uygun şu şekilde bir söz söylememişler miydi?
Yerine düşmeyen güzel (gelin) yerine yerine; boyuna düşmeyen esvap sürüne sürüne eskir.
Yine bu sözün anlam içeriğini az çok çağrıştıran şair Nev’î’nin beytine göz atalım:
Kahr-ı dehr ile tûtî gurâba hem-nişin
Yine şekvâyı gurâb eyler garâbet bundadır.
(Feleğin kahrı neticesinde, papağan ile karga aynı yerde bulunmak zorunda kalırlar. İşin garipliğine bakın ki; bu durumdan şikâyet etmesi gereken papağan iken, şikâyet yine kargadan gelir.)
Evin bir odasının tamamı neredeyse kitaplarla doluydu; ama kimse kitaplarla ilgilenmiyor, tozunu almıyor, sayfaları çevirmiyordu. Bu kitaplar kıymet bilmezlerin elinde zayi olmuyor muydu?
Yaşlı adam geniş, verimli topraklara sahipti; ama topraklar evlatları tarafından işlenmiyor, yabani otların başıboş hayvanların mekânı haline geliyordu. Bu topraklar kıymet bilmezlerin elinde zayi olmuyor muydu?
İki kız iki oğlan vermişti yaratıcı bu karı kocaya; ama ikisi de birbirinden dengesizdi. O çocuklar, yetişmiyor sadece büyüyordu. Evde huzurlu bir gün geçmesini iple çekiyorlardı bu günahsızlar. Bu dört paha biçilmez emanet, kıymet bilmezlerin elinde zayi olmuyor muydu?
Hem annesi hem de oğlu beğenmişlerdi kızı. Evlendikten bir süre sonra annesi gelinini kıskanmaya ve oğlunu gelinine karşı doldurmaya başladı. Oğlu da annesinden tarafa olup taze, özü temiz geline dünyayı dar ettiler. Kayınbaba ise evde var yok gibi bir şeydi. Bu gelin kıymet bilmezlerin elinde zayi olmuyor muydu?
Tahsilli, görgülü olan damat adayını kaçırmak istemediler. Kızlarının psikolojik sorunlu olduğunu bile bile gizlediler. Kız çok güzeldi, ama bir bardak suda fırtınalar koparmayı asla ihmal etmiyordu. Sorumluluk nedir görev nedir ailesi öğretmemişti. Genç evlendiğine bin pişman oldu, yeni doğacak bebekleri ise yoldaydı. Bu genç, sorunlu bir bayanın elinde zayi olmuyor muydu?
Acemi bahçıvan gülün celladı olur, derler. Özellikle bülbüllere, bakan bütün gözlere neşe, inşirah veren gülller, elverişli toprağını ve kıymet bilen sahibini bulamamakla zayi olmuyorlar mıydı?
Zeki bir öğrenciydi, öğretmeni ise kendi ailevi sorunlarıyla uğraşmaktan bir türlü zihnen sınıfta olamıyor, öğrencileriyle hakkıyla ilgilenemiyordu. Kendi sınıfta, kalbi ve zihni dışardaydı çok uzun zamandır. Zaten öğretmenlik mesleğini bir türlü sevememişti, ayrılsa yapacak ikinci bir işi de yoktu. Öğrenciler işinin hakkını vermeyen, mesleğini sevemeyen bu öğretmenin elinde zayi olmuyorlar mıydı?
Sevgi, şefkat ve merhamet dolu oturaklı bir bayandı. İyi niyeti gözlerinde ve yüzlerinde kendisini göstermişti. Çalışma arkadaşlarının birçoğu ise kin, nefret ve öfke doluydu hayata ve insanlara karşı. Zaman zaman bu temiz kalpli bayanının iyi niyetini kullanmayı da ihmal etmiyorlardı. Bu sevgi, şefkat ve merhamet dolu bayan, diğer çalışma arkadaşlarının elinde zayi olmuyor mu?
Çok zengin bir ihtiyardı. Servetinin haddi hesabı yoktu. Ne yiyordu ne de yakın uzak bir başkasına yedirebiliyordu. Mal mı can mı deseler, canı tercih edebilecek kadar hastalıklı bir bakış açısına sahipti. Bu kadar servet bu cimri ihtiyarın elinde zayi olmuyor muydu?
Baba on iki saat işyerinde çalışıyor, çok zor kazanıyordu. Evde beş boğaza bakıyordu. Tatili bile yoktu. İşçi babanın işçi çocuğuydu. Evde babayı kimse takmıyordu. Evin hanımı ise film takibinden kocasına hizmet etmeye zaman bile bulamıyordu. Sadece aylık maaş gelsin, ihtiyaç görülsün yeterdi. Evin direği olan baba, bu evde zayi olmuyor muydu?
Marifet iltifata tabidir
Müşterisiz metâ zâyidir
Mualim Naci’nin dediği gibi takdir edilmeyen güzel işler, piyasa donduğu için işyerinde uzun süre müşteri bekleyen mallar da zayi olmuyor mu?
Bir türlü derdini anlatamıyordu etrafına. Neredeyse hayatının yarısı dünya üniversitesinde öğrenci olmakla geçmişti. Anlaşılamıyordu, onu anlayacak zihinler bulanıktı. Yakın akrabaları ise ondan hiç hoşlanmıyorlardı. Zaten sanatkârlar, yazarçizerler, fikir adamları “içinde yaşadığı toplumun üvey evladı” değil miydi?
ALİ ALTAYLI