(DAYANAK NOKTASI, YARDIM NOKTASI)
Bir arkadaşım geçenlerde bir türlü kendimi toplayamadım, depresyondan çıkamadım, demişti. Geçmiş hayatındaki travmaların etkisinden bir türlü kurtulamadığından bahsetmişti. Bir süre farklı bir bakış açışı geliştirmesi konusun da konuştuk.
Şu zorlu, yokuşa akan hayatta depresyona girmeden hayatını devam ettiren çok az insan vardır. Kimileri kısa sürede kendini toplarken kimilerinde ise bu psikolojik rahatsızlık uzun süre devam edebilmektedir.
Hayatımızdaki istenmeyen olaylar vücudumuzu zorluyor, beyim kimyamıza zarar veriyor:
İşsizlik, boşanmalar, aile içi çatışmalar, beklentilerimizin karşılanmaması, trafik kazaları, uzun süren biyolojik hastalıklar, sevmediğimiz işlerde çalışmak zorunda kalmamız, taciz, çocukluk döneminin verimsizliği, borçlanmalar, büyük sorumluluk altına girmeler, temel ihtiyaçları karşılamada zorlanma, gelecek kaygısı, stres üreten sıkıntılı çevre ve alışkanlıklar psikolojik sağlığımıza zarar verebilmektedir.
Okumak, dinlemek, yazmak kolay; başa gelince sabretmek ve uygun çözüm yolu geliştirmek basit bir mesele olmamakla beraber aşkın bir düşünme şekliyle vücut dengemizi bozan problemleri en aza indirebiliriz.
Kutlu Nebi(sav) şöyle buyurmuştur:
“Kim insanların en kuvvetlisi olmak istiyorsa âlemlerin Rabbine tevekkül etsin.”
Beni benden daha iyi tanıyan, gören, bilen Rabbim(cc) bu durumumdan elbet bir çıkış yolu gösterir, düşüncesi bizi dayanıklı kılıyor. Musibetlerin arkasında bize anne ve babamızdan daha şefkatli, güçlü Rabbimizin olduğunu görmemiz stresimizi azaltıyor, duaya kapı açıyor.
Hz. İbrahim’ in Rabbine derin tevekkülü ateşten kurtuluşuna sebep olmuştur. Fizik kanunları gereği ateş yakar; ama Rabbimiz isterse ateş gül gülistanlık olur. Böyle her şeye muktedir bir Rabbe güvenmek, güzel bir kul olmaya çalışmak yardımını ulaştırıyor.
En sıkıştığımız durumlarda bile bir çıkış yolunu göstermesini başka nasıl izah edebiliriz.
Ünlü fizikçi Arşimet:
“Bana bir dayanak noktası verin, Dünya’yı yerinden oynatayım.” diyor.
Ünlü fizikçi Arşimet’in de dediği gibi dayanak ve yardım noktasının büyüklüğü, dünyada yapacağımız işlerin büyüklüğü ile doğru orantılıdır.
Kutlu Nebi(sav) şöyle buyurmuştur:
“Kim benim kaza ve kaderime razı olmazsa benden başka Rab arasın.”
İnsan fıtraten iyiyi, güzeli, gönle hoş geleni ister durur, kabul eder. Bir musibet gelip çattığında sızlanır, feryat eder; bazen de isyana bile yönelebilir.
Milyarlarca insan içinden beni mi buldun, diyerek asileşebilir.
Ben bunu hak edecek kötü bir insan değildim, diyebilir.
Doğrusunu kul bilemez Allah (cc) bilir. Bazen güzel günler bizi onarmaz, adam etmez de bir musibetle kendimizi toplar öncekinden daha iyi bir insan haline gelebiliriz. Bir musibet bize ulaştığında, geldiği yeri bilerek sabır içerisinde şükrederek derecemizin artmasına katkı sağlayacağını düşünerek dua, zikir ve ibadette ısrara yönelebiliriz.
Yunus Emre, “Nârın da hoş, nurun da hoş” demiyor muydu?
Biz o imandan, olgunluktan, kıvamdan belki de çok uzak olduğumuz için “nurun da hoş nurun da hoş” diyebiliyoruz, genelde.
Niyâzî-i Mısrî ‘nin ise şu asırları aşan şu beyti üzerinde düşünmek gerekir:
Kahr u lutfu şey’-i vâhid bilmeyen çeker azâb
Ol azâbdan kurtulup sultân olan anlar bizi
( Kahır ve lütuf tecellilerinin her ikisinin de Hak’tan gelen tecelliler olduğunu bilmeyen ve bunlar arasında fark gören bir kul, bu dünyada azap çeker. O azaptan kurtularak vahdete ulaşan Hakk’ın tecellilerini idrak eden bir kul ise sultan olur. Ancak o makama erişenler bizi anlayabilir.)
Nasıl bir iman ki, şükür gerektiren nimetlerle sabır gerektiren musibetleri bir görebilmek ve bu bakış açısıyla tevekkül, teslim ve rızaya sahip olup “Senden ne gelirse Rabbim kabulümdür,” diyebilmek. En sonundaki cenneti, cemâlullahı umabilmek, onlara talip olarak baharı da kışı da gülü de dikeni de balı da zehri de denk görebilmek.
Risale-i Nurlarda geçen şu söz dikkate değerdir:
“Çünkü nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ, Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur. Ve kezâ, rahm-ı mâderden dünyaya gelen çocuk, mâhut tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.”
“Bu da Geçer Ya Hu” hikâyesi konumuza açıklık getirmesi yönüyle değerlidir:
Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır ve ona yardım etmeleri için ricada bulunur. Köylüler, bunun için maddi güçlerinin olmadığını söyleyerek onu köyün zenginlerinden olan Şakir’in çiftliğine yönlendirirler. Derviş çiftlikte çok güzel ağırlanır ve ihtiyaçları karşılanır. Gitme vakti geldiğinde vedalaşırken Şakir’e, “Bu kadar zengin olduğun için şükret” der. Şakir de ona, “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin ta kendisi değildir, bu da geçer” diye karşılık verir. Derviş çiftlikten ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür.
Yıllar sonra dervişin yolu yine aynı köye düşer ve Şakir’e uğramak ister. Yolda köylülerden Şakir’in sel felaketinden dolayı her şeyini kaybettiğini ve köyün diğer zengini olan Haddad’ın hizmetkârlığını yapmaya başladığını öğrenir. Haddad’ın çiftliğine gittiğinde Şakir’in iyice yaşlanıp fakirleştiğini ve üzerinde eski püskü giysiler olduğunu görür. Şakir dervişi yine aynı mütevazılık ve misafirperverlikle ağırlar. Derviş vedalaşırken Şakir’e durumundan dolayı çok üzgün olduğunu söyler. Şakir de ona, “Üzülme. Unutma bu da geçer” cevabını verir.
Derviş gezmeye devam eder ve 7 yıl sonra yolu yine aynı bölgeye düşer. Bu gelişinde her şey son bıraktığından çok farklıdır. Haddad yıllar önce ölmüş ve ailesinden kimse olmadığı için tüm servetini en sadık hizmetkârı olan Şakir’e bırakmıştır. Böylece Şakir yeniden köyün en zengini olmuştur. Derviş, eski dostuna yeniden her şeyin yoluna girmiş olmasına çok sevindiğini söyler ve aldığı cevap yine aynıdır: Bu da geçer.
Bir zaman sonra derviş Şakir’i arar ve köylüler ona Şakir’in mezarının bulunduğu tepeyi işaret eder. Derviş, mezarına ulaştığında mezar taşının üstünde “Bu da geçer” yazdığını görür ve “Ölümün nesi geçecek?” diyerek sinirlenir. Bir süre sonra dostunun mezarını ziyaret etmek istediğinde büyük bir sel felaketinden dolayı tepeye ve Şakir’e dair geriye hiçbir şeyin kalmadığını öğrenir.
O dönemlerde ülkenin sultanı; kendisi için mutsuz olduğunda ona umut verecek, mutlu olduğunda ise onun rehavete kapılıp tembelleşmesini önleyecek bir yüzük yapılmasını ister. Hiç kimse sultanı tatmin edecek bir yüzük yapamaz. Sultanın adamları dervişten yardım ister. Derviş, sultanın kuyumcusuna bir mektup gönderir ve kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan, ilk başta son derece sade olan bu yüzüğü anlamlandıramaz fakat sonra üzerinde gördüğü “Bu da geçer” yazısı ile yüzünde kocaman bir gülümseme belirir.
“Hikâyeden de anlayacağımız üzere, bazen hayatımızdaki en parlak ışığımız bir anda sönüp bizi karanlıkta bırakabilir bazen de zifiri karanlığın içinden bir güneş doğup hayatımızı yeniden aydınlatabilir. Yaşadığımız her şey gelip geçicidir ve cümlenin sonuna eklenen “Ya Hu (Ya Allah)” kelimesi ile kastedildiği gibi her şey Allah’tan gelir.
Ne mutluluğumuzda rahatlayıp kontrolü elden bırakmalıyız ne de mutsuzluğumuzda umutsuzluğa kapılıp isyan etmeliyiz. İçinde bulunduğumuz durum ne olursa olsun unutmayalım ki bu da geçer ya Hu!..”
ALİ ALTAYLI