Latifeye önem veren gözleri çok az gören bir genç arkadaşım, kaldırımdan elindeki çubuk yardımıyla yürürken karşıdan gelen birine çarpar.
O da kör müsün be kardeşim, der.
Görme engelli arkadaşım da:
Evet, körüm, der.
Doğuştan ya da sonradan gözleri görmeyen, ama zihinleri ve gönülleri açık kardeşlerimize toplumumuzda görme engelli, görme özürlü, âmâ, kör gibi isimler verilir.
Peki, asıl görme engelli, kör sadece gözü kapalı olanlar mıdır?
Bana göre gerçek görme engelli, kör olan kişilerin iki özelliği vardır:
Asıl körlük de işte burada başlıyor. Bu körlük biyolojik körlükten daha tehlikeli, dünya ve ukba kaybı daha büyük olanıdır.
Birincisi:
Kendi yanlışlarına ve çok sevdiklerinin yanlışlarına kör olanlardır.
Hayat yolunda yürürken öyle insanlar tanıdım ki, kendilerini sanki melekler gibi hatasız zannediyorlar. Yine öyle insanlar tanıdım ki, çok sevdiklerinin yanlışını, çevreye verdiği zararı bir türlü görmek istemiyorlar.
“Yanlışımı söyleyen yanlış yüzü görmesin”, sözü nerede “bu dünyada en son yanlış yapacak benim” sözü nerede?
Canlılar içindeki iyiliği ve özellikle kötülüğü çok kapsamlı olan biz insanoğlu yanlış yapma, günah işleme kabiliyetinde yaratılmışız. Rabbimiz(cc) de bunu bildiği için tövbe etmek ve yanlışta, günahta ısrar etmemek şartıyla birçok günahımızı affedeceğini söylemiştir.
Peki, bizler hata yaptığımızda, bir başkasına zarar verdiğimizde niçin özür dilemeye, hakkını helal et demeye yanaşmayız?
Bu noktada bizim engellerimiz nelerdir?
Aklını, maddiyatını, benliğini, şişkin egosunu, makamını, çevresini, şan şöhretini kutsayan, tanrılaştıran birey, yanlışını kolay kolay kabul etmeye yanaşmaz.
Yanlış yaptığı bireyi küçümseyen, adam yerine koymayan, ona üstten bakan bir birey yanlışta, zulüm de aşırıya kaçsa da kolay kolay yaratıcıdan af dilemez, insanlardan özür dilemez.
Aynı topraktan yaratıldığımızı ve ölümlü olduğumuzu unutmak, en çok da kibrimizi besliyor, bakış açısındaki uçurumu derinleştiriyor.
Görme engelli olan ama zihni ve özü çok açık olan, insan denen varlığı çok iyi tahlil etmiş olan Âşık Veysel’in “Beni Hor Görme Gardaşım” ezgisi konumuza açıklık getirir.
Beni hor görme gardaşım
Sen altınsın ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım?
*
Ne var ise sende bende
Aynı varlık her bedende
Yarın mezara girende
Sen toksun da ben aç mıyım?
*
Kimi molla kimi derviş
Allah bize neler vermiş
Kimi arı çiçek dermiş
Sen balsın da ben çeç miyim?
*
Topraktandır cümle beden
Nefsini öldür ölmeden
Böyle emretmiş yaradan
Sen kalemsin ben uç muyum?
*
Tabiata Veysel âşık
Topraktan olduk kardaşık
Aynı yolcuyuz yoldaşık
Sen yolcusun ben baç mıyım?
İkincisi:
Hak ve hakikate karşı kör olanlardır.
Giydiğimiz elbisenin bir fabrikası var ise peki elbiseyi taşıyan vücudun, organların sahibi kim?
Evindeki elektriği icat edeni ve musluktan akan suyu kabul ediyorsun, bedava güneş vereni ve bulutlar arasından yağmur vereni niçin görmüyorsun?
Gözlükçüyü ve gözlüğü kabul ediyorsun, ustasını takdir ediyorsun peki o bedava verilen iki gözün sahibi kim?
Necip Fazıl Kısakürek ne güzel ifade etmiş:
Dünyalar verseler tek gözünü vermezsin
İki gözünü verene neden secde etmezsin?
Tevafuk olacak bu yazıyı yazmaya dün karar vermiştim. Biraz çalışma yaptıktan sonra vaktim dar olduğu için yarıda bırakmıştım. Yazılarını severek okuduğum, istifade ettiğim Muhammed Çağlayan Bey’in dünkü “Dine Bakış Açımız-2” başlıklı yazısından konumuzla ilgili bazı bölümleri alıntı yaparak bugünkü yazımızı sonlandıralım:
“Birde ilahi bir dinin olmadığı ve dolayısıyla, Allah diye bir yaratıcının yok olduğu ve doğanın olağanüstü güçleriyle gelişmelerin kendiliğinden olduğunu kabul eden bir anlayış var.
Bu anlayışa sahip insanlar; tanımlamalar içerisinde bazen ateizm, bazen agnostisizm, bazen deizm, belki bazen komünizm olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her ne ad ile olursa olsun ortak düşünce Tanrı veya bir yaratıcı ve hüküm koyucunun yokluğu üzerine inşa edilen ve insanların kendi kendilerine yetebilecekleri ve dinlerin insanları uyuşturan ve düşünme yetilerini ellerinden alan bir yapılar sistemi olmasıdır.
Marks’ın deyimi ile “din afyondur” düşüncesinin farklı şekillerde insanlar üzerinde neşvü-nema bulmuş hali olarak görülebilir.
Sosyal hayatta şayet insanları sınırlayan veya zorlayan bir kurallar bütünü veya silsilesi yok ise bu toplumlarda zulüm ve haksızlık daha çok olmaktadır. Çünkü insanlar başına buyruk hareket ederek bunu özgürlük ve bir hak olarak kendilerinde görebilmektedir.
Toplum içerisinde gerek bireylerin gerekse grupların hal ve hareketlerindeki sınırlamayı; bazen dinler koymakta, bazen ise devletler kanun yoluyla, bazen ise örf belirlemektedir.
Doğada dikkat edildiğinde hiçbir canlı için yukarıda söylenildiği gibi sınırsız bir özgürlük ve hareket alanı bulunmamaktadır. Elbette bu insan içinde böyledir. Bir kişinin özgürlüğü diğer kişinin rahatsız olacağı nokta ile sınırlıdır.
İnsan denen meçhul; kaldı ki nefesi daralsa ya da kesilse yerine getirmekten aciz bir varlıktır. Hal böyle iken inançsızlık kişinin kendini kandırmasından başka bir şey değildir.”
ALİ ALTAYLI