Bugün 14.00 gibi polis emeklisi bir bayan terlik almak için işyerine geldi. Amerika’ya oğlunun yanına gideceğini ve bu terliği büyük bir ihtimalle orada giyeceğini söyledi. İstediği terliği aldıktan sonra hayat tecrübesinin fazla olduğunu düşündüğüm daha çok İstanbul’da bulunmuş hanımefendiye toplum olarak şu anki gidişatımızı nasıl görüyorsunuz, diye bir soru yönelttim.
“Hayat güzel ama insanlar lanet, açgözlü.” dedi.
Daha sonra şöyle devam etti.
Toplumumuzda empati, hoşgörü, şükür, pozitif bakış açısı çok zayıf, dedi.
Gelin bu yazımızda bugün bu kavramlardan empati üzerinde durmaya çalışalım.
Empati:
Empati nedir, gerçekten empati bizden çok uzaklarda mı? Gerçekten empati yapan kişiler toplumumuzda az mı?
Empati, bir insanın, kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak, onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlamasıdır.
Bizdeki diğerkâmlık, empatinin gelişmiş üst düzey halidir.
Empati sayesinde insan ilişkileri ve sağlıklı iletişim gelişir, dostlukların ömrü uzun olur; insanlar arasındaki düşmanlıklar azalır ve yerini güzelliklere bırakır.
Empati sayesinde sorunlar, kin, nefret, öfke, azalır; yerini çözüme, şefkat ve merhamete bırakır.
Peki, bir insanın hakkıyla kendisini başkasının yerine koyabilmesi için neler gereklidir?
Kendini bilmek
Hakkı bilmek
Gür, parlak hayata yansımış iman
Duygusal zekâ
Eğitim
Olgunluk
Tecrübe
Şefkat, merhamet
Mütevazılık
Cömertlik
Duyarlılık
Temiz bir ailede yetişmiş olmak
Aynı durumları bir zamanlar kendinin de yaşaması.
Nasrettin Hoca bir gün eşekten düşmüş. Hoca’nın başına toplanan insanlar ona akıl vermeye başlamışlar:
-Hocam sağa yat, ağrımaz
-Hocam sola yat, ağrımaz.
-Hocam dik dur, ağrımaz.
Ahaliden biri “Hocam, bir doktor çağıralım mı?” demiş.
En sonunda Hoca:
-Yok, yok! Benim halimden doktor değil, eşekten düşen anlar. Siz bana eşekten düşen birini getirin, demiş.
Âşık Veysel, Nasrettin Hoca’nın “Yok, yok! Benim halimden doktor değil, eşekten düşen anlar. Siz bana eşekten düşen birini getirin.” sözünü destekler.
“Anlatamam derdimi dertsiz insana. Dert çekmeyen, dert kıymetini bilemez.”
Hz. Mûsâ ve koyun hikayesi empati örneğinin zirvesidir.
Hz. Mûsâ da Peygamberliğinden önce çobanlık yapıyordu. Sürüden bir koyun kaçtı, Mûsâ Aleyhisselam koyunun peşine düştü. Koyun kaçıyor, Mûsâ Aleyhisselam kovalıyordu. Öyle ki, akşama kadar kovaladığı halde hâlâ yakalayamıyordu. Kan ter içinde kalmıştı. Koşa koşa ayakları şişti. Nihayet koyun yoruldu da o da ancak yakalayabildi. Kendisini o kadar yormasına rağmen, koyunu tuttuktan sonra okşadı, öptü. Ona hiç öfkelenmedi.
– Ey hayvan kendini çok yordun. Haydi, bana acımıyorsun kendine niçin acımadın? Bu kadar yorulmana ne lüzum vardı? dedi.
Bunun üzerine Hz. Allah (c.c.) meleklerine hitaben buyurdu ki:
– İşte bu benim Mûsâ kulumdur. Ona Peygamberlik yakışır.
-İşte, yarattıklarıma karşı olan bu merhametin sebebiyledir ki, seni sâfi kıldım, peygamberlik ikramını verdim.
Hz Mûsâ’ya Rabbimiz yaratmış olduğu canlılara karşı şefkat ve merhamet duyduğu için temiz kılmış, peygamberlik vermiştir.
Aşağıda belirttiğimiz iki hikayede anlattığımız insan tipi empati yapmaktan çok uzaktır.
Mevlânâ’nın şu güzel iki hikâyesi üzerinde düşünmek gerekir:
“Bir zamanlar, bir ustanın şaşı bir çırağı vardı. Bir gün ustası ona: “Bizim eve git, rafta bir şişe var, onu alıp bana getir.” dedi. Çırak, hemen eve gitti ve kapıyı açıp içeri girdi. Ustasının söylediği rafa doğru bakınca, iki tane şişe gördü. Tekrar ustasının yanına dönüp seslendi: “Ustacığım, söylediğiniz rafta iki tane şişe vardı. Hangisini getireyim?” Usta: “O rafta sadece bir şişe var, onu getir” dedi. Çırak: “Beni gereksiz yere azarlıyorsun usta. O rafta iki şişe vardı. Hangisini getirmemi istiyorsan söyle, onu getireyim.” diye itiraz etti. Çırağını inadından vazgeçiremeyeceğini fark eden usta: “Mademki rafta iki tane şişe var diye inat ediyorsun, o halde git birini kır, diğerini de al getir.” dedi. Çırak tekrar eve gitti. Raftaki şişenin birini yere çalıp kırınca, ikisinin de gözden kaybolduğunu gördü.”
Kendinde olan kusuru anlamayacak kadar, farkındalığı az, ahmak, şaşkın kişiler. Bu tip insanlar başkalarının kusurlarına odaklanırlar ve kendilerine bir kerecik dönüp bakmayı unuturlar. Bu tip insanlar empati yapamazlar.
“Sineğin biri kendini çok önemli bir varlık olarak görürdü. Kendi kendine: “Şüphesiz ki, ben bu zamanın Zümrüd-ü Anka kuşuyum, benden daha yüce kimse olamaz.” derdi. Bir gün sinek, eşek sidiğinin içindeki bir saman çöpüne kondu. Eşeğin sidiğini uçsuz bucaksız bir deniz, saman çöpünü gemi, kendini de kaptan sandı. “İşte bu bir deniz, üstünde oturduğum da benim mükemmel gemim. Ben de engin denizleri aşan dünyanın en büyük kaptanıyım.” diye düşünerek gururlandı ve koltuklarını kabarttı. Güneşten habersiz buzun kendini bir şey zannetmesi gibi kendinden habersiz, kendini bilmeyenin durumu da böyledir.”
Kibirli, egosu yüksek, sadece kendi ‘ben’ ini gören, hedonist ve şöhret düşkünü bir insanın empati yapması çok zordur.
Feleğin zorlu çemberinden geçmeyen, daha yolun başında yaşanmışlığı az, fakirlik, musibet, çile görmeyen konfor ve gösterişe aşırı düşkün bir bireyin kendisini başkalarının yerine koyması zordur.
Empati eksikliğini toplumda ailede, bir işyerinde, çarşıda, pazarda, trafikte neredeyse kavga etme aşamasına geçebilecek kişilerin sorunlarını çözen, aralarına girip barıştıran, onlara yardımcı olan insanların vurdumduymaz kalışında gözlemleyebilir. Tiyatro seyreder gibi duyarsız ve eylemsiz.
Ben de onun yerinde olabilirdim, bir insanın sıkıntısını gidermek, önce kendimize iyi gelir sonra herkese, düşüncesi insanımızı güzelleştiriyor; depresyona iten çaresizliğe, yalnızlığa kalkan oluyor.
Bir toplumda diğerkâm, empati yapan kişilerin çok olması iç dış huzuru, bedenen ve ruhen sağlığı, her türlü varlığı, güveni, dinginliği, sevgi ve muhabbeti kendisine çekiyor.
ALİ ALTAYLI