Her yerde güvenilir insan ararız. Bizi kandırmayacak, yalan söylemeyecek, işimizi sağlam yapacak bizi zarara uğratmayacak bir tanıdık ararız. Ya da referansla işimizi görmeye çalışırız. Alışverişlerde güvenilir bir mağaza araştırırız. Hayatımızın içine alacağımız insanların ve kullandığımız eşyaları güven vermesini isteriz. Bu yüzden “güvenilir insan” “güven veren, garantili eşya” peşinde koşarız bir ömür. Yalanla dürüstlüğün aynı tezgâhta satıldığı ve birbirine karıştırıldığı bir zamanda daha dikkatli olmaya çalışırız. Birçoğumuz en iyi mal bende en güvenilir insan benim deriz. En azılı suçlular da yanlış yolda huzur arayan insanlar da bile bu inanç vardır. Kimse ayranım ekşi demiyor, ekranlara, cadde sokağa, mahkeme salonlarına yansıyan karelerden görebiliyoruz, güven unsurunun yara aldığını.
Bir insanın kalbi durursa ölür, bir toplumun kalbi de güvendir. Bir toplumda siyasette, ticarette, sanatta, ziraatta, zanaatta, bilimde, teknolojide güven istenilen düzeyde olmazsa işler zorlaşır, içten içe toplum kokuşmaya başlar.
Büyük, güzel ve sonsuz hayatta yüzü gülen insanların en önemli özelliği son nefeslerine kadar dürüstlüklerini korumalarıdır. Bütün güzel özellikleri dürüstlük ve hangi makamda, zenginlikte olursa olsun mütevazılıklarını korumaları üzerine inşa edilir. Dürüstlük ve mütevazılığın gerçek kaynağı ise tahkiki imandır. Tahkiki imanla insan güzelleşir, olgunlaşır, tatlılaşır, cennet yolcusu olur.
İlim öğrenmek için küçük yaşta evinden ayrılıp bir kervanla Bağdat’a doğru yola çıkan ve annesine verdiği sözden dönmeyerek kırk altını eşkıya reisine teslim eden onların hidayetine vesile olan büyük veli Abdulkadir Geylani Hazretleri asrımıza, şahsımıza, ticaretten rızkını kazanan bizlere ne söyler?
Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani Hazretleri, küçüklüğünde ilim yolculuğuna çıkarken annesi ona sıkı sıkı şöyle tembih etti:
“Benim gözümün nuru, gönlümün tacı, evlâdım, Abdülkadir’im, eğer Allah’ın rızası olmasaydı seni kesinlikle bırakmazdım. Senden tek bir şey istiyorum; ne olursa olsun, başına ne gelirse gelsin sakın doğruluktan ayrılma. Hiçbir zaman yalan söyleme. Allah (cc) doğrularla beraberdir.”
Küçük Abdülkadir annesini dikkatle dinledi ve hiçbir zaman yalan söylemeyeceğine dair annesine söz verdi. Ağlayarak annesinin elini öptü ve yola çıktı.
Yolda Bağdat’a giden bir kervana rastladı, onlara katıldı. Bir müddet yol aldılar. Yorulan kervan bir yerde konaklamak üzereydi ki birdenbire karşılarına eşkıyalar çıktı, kervana saldırdı. Eşkıyalar kimseye acımıyor, ne var ne yok her şeyi yağmalıyor, alıyorlardı. Eşkıyalardan biri küçük Abdülkadir’i gördü ve dalga geçmek amacıyla sordu:
“Fakir çocuk söyle bakalım senin neyin var?”
Yalan söylemeyeceğine dair annesine söz veren Abdülkadir hemen cevap verdi:
“Bir kese altınım var.”
Eşkıya bu cevaba inanmadı, güldü ve dalgayla karışık tekrar sordu. Abdülkadir aynı cevabı verince eşkıya dayanamadı, durumu reisine anlattı.
Reis küçük Abdülkadir’i yanına çağırdı:
“Üzerinde bir kese altın olduğunu söylüyormuşsun, bu doğru mu?”
Küçük Abdülkadir hiç düşünmeden:
“Evet, hırkamda dikili kırk tane altınım var.” dedi.
Reis adamlarına bağırdı:
“Arayın şu çocuğun üstünü!”
Abdülkadir’in elbisesini aradılar. Üstünden gerçekten bir kese altın çıkmıştı. Reis deliye döndü. Kızgın ve şaşkın bir sesle:
“Ahmak çocuk! Bunu bizden neden saklamadın? Sende altın olduğu aklımızın köşesinden geçmezdi!” diye inledi.
Abdülkadir hiç pişmanlık göstermedi. Dedi ki:
“Ben anneme yalan söylemeyeceğim diye söz verdim. Kırk altın için yalan söyler miyim? Alın; çok lâzımsa sizin olsun!”
Bu sözler ve bu feragat, reisi kalbinden ve kafasından vurmuştu. Koca reis, bir an sendeledi; ardından çocuk gibi ağlamaya başladı.
“Ben ne yaptım! Bre ahmak! Bre akılsız! Bre budala! Bu küçücük çocuk annesinin sözünden çıkmazken ben bunca sene Rabbimin sözünden çıktım. Eyvah bana! Yazık bana!”
Reisin kendi kendine dövündüğünü gören adamları şaşırmıştı.
Reis bu şaşkınlığı kırarak, arkadaşları ile adeta vedalaştı:
“Bu iş burada bitti arkadaşlar! Ben bunca sene isyan ettim. Sizi de peşimde sürükledim. Beni bağışlayın! Ben artık yokum!” dedi.
Fakat o da ne; reisin adamları da tövbekâr olmuşlardı. Dediler ki:
“Efendimiz! Biz senden ayrılmayız. Sen bizim eşkıyalıkta reisimizdin, tövbede de reisimiz ol.”
Bunun üzerine kervandan alınan her şey geri iade edildi. Bütün eşkıyalar Abdulkadir Geylani Hazretlerinin önünde tövbe etti. Kervan küçük Abdulkadir sayesinde bu musibetten kurtulmuş, eşkıyalar da hidayet yoluna girmişti.
Nefsiyle mücadele edip onu hesaba çeken azimli kişilerin tecrübe ettikleri on özellik vardır. Bunları başardıkları zaman Allah’a ve yüksek makamlara vasıl olurlar:
1.Doğru veya yalan yere kasten veya dalgınlıkla Allah’ın adına yemin etmezler.
2. Gerçek veya şaka yollu yalan söylemekten kaçınırlar.
3.Birine söz verip tutmamaktan kaçınır.
4.İnsanlardan herhangi birine lanet etmekten veya bir zerre kadar da olsa birine sıkıntı vermekten kaçınır.
5.Kendisine zulmeden de dâhil kimseye beddua etmez.
6.Kıbleye yönelen kimsenin kâfir, müşrik veya münafık olduğuna tanıklık etmez.
7.Günahlara bakmaktan sakınır ve organlarını günahlardan korur.
8. İnsanlardan herhangi birine küçük veya büyük bir meşakkat vermekten yük olmaktan sakınır.
9. İnsanlardan hiçbir beklenti içinde olmaz ve ellerindekilere göz dikmez.
10.Tevazu sahibidir, abidin yeri tevazu ile sağlamlaşır, konumu yükselir.
Bediüzzaman Said Nursî’ ye göre yalan bizi aşağıların aşağısına düşürüyor, doğruluk ise en yüksek mertebeye çıkartıyor.
“Müseylime’yi (yalancı peygamber) esfel-i safiline (aşağıların aşağısı) düşüren kizb (yalan) olduğu gibi, Muhammed-ül Emin Aleyhissalâtü Vesselâm’ıa’lâ-yı illiyyîne (en yüksek mertebe) çıkaran sıdktır ve doğruluktur.”
Bediüzzaman Said Nursî’nin “Münazarat” eserinde geçen bir diyalog şu şekildedir:
—Sual: Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?
Cevap: Doğruluk.
Sual: Daha?
Cevap: Yalan söylememek.
Sual: Sonra?
Cevap: Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüt.
ALİ ALTAYLI