Yılbaşından on beş yirmi gün önce küçük oğlum markette alışveriş yaparken bir çikolata istedi. Biz de istediği çikolatalardan bir tanesini alabileceğini söyledik. Kasadaki fiyat, üzerinde yazılan fiyattan farklıydı. Durumu arz ettiğimizde ise fiyatı güncelleme aşamasında oldukları için unutulmuş olabileceğini söylediler.
Bu küçük bir örnek, küçük büyük her türlü üçkağıtçılığa gözlerimiz ve kulaklarımız aşina oldu artık.
Toplum olarak hemen hemen hepimiz gücümüz, kabiliyetimiz miktarınca dürüstlükten ayrıldık, kendimizi helak edecek içi boş bir ceviz için “açgözlülük gemisinde” yol almaya devam ediyoruz.
Arapça kökenli bir kelime olan edep; güzel terbiye, iyi davranış, güzel ahlak, toplum töresine uygun ve olumlu davranış, incelik, zarafet, kibarlık, utanma ve ar duygusu gibi anlamlara gelir.
“Edep yâ hû” sözü, toplumun uygun görmeyeceği davranışta bulunanlara karşı, “utan, edebini takın” uyarı anlamı taşıyan deyimlerimizdendir.
Eskiden üzerinde “edep yâ hû” yazılı levhayı, mutlaka evlerin, işyerlerin ve dergâhların bir köşesine asarlardı.
Daha çok toplumumuzda edep-edepsiz kavramları giyim kuşamın ölçüsüzlüğü, ar namus gibi dıştan görünen şekliyle değerlendirilir.
Peki, insanları göz göre göre aldatmak bir edepsizlik değil mi?
Kendimize ve canımdan öte dediklerimize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi başkasına yapmak bir edepsizlik değil mi?
Ağzımızdan çıkana dikkat etmememiz bir edepsizlik değil mi?
Kendimize ve diğer insanlara zarar veren özümüzde biriktirdiklerimiz bir edepsizlik değil mi?
Çocuklarımıza hakkıyla örnek olamamak, yanlışı modellemek, yanlışta ısrar etmek de bir edepsizlik değil mi?
Trafikte kuralları ihlal etmek de bir edepsizlik değil mi?
Çocuklarımızın görmemesi, duymaması gerekenlerde hassas olmamak, nefsani azgınlık bir edepsizlik değil mi?
Kendimizden başkasında bir güzellik, nimet, kazanım gördüğümüzde gıptaya değil, hasede yönelmemiz bir edepsizlik değil mi?
İnsanların izzetini şerefine itibarına zarar veren dedikodu alışkanlığı bir edepsizlik değil mi?
Rabbimizin bedava verdiği güneşi, ayı, yağmuru gündüzü geceyi kullanıp ilahi kelama kulak kesilmemek, kafamıza göre takılmak bir edepsizlik örneği değil mi?
Açgözlülük, tamahkarlık, şükürsüzlük sadece kendi kesemizi doldurma düşüncesi bir edepsizlik değil mi?
Mevlâna Hazretleri açgözlülük, hırs, tamahkarlık, taşkınlık ve edepsizliğin önceki nimetleri aratacağına, gidereceğine değinir:
“Tanrı sofrası, alış-verişsiz, pazarlıksız, parasız pulsuz gelip durmadaydı.
Musa’nın kavmi içinden birkaç kişi, edepsizcesine, nerede sarımsak, hani mercimek dediler.
Gökten sofra gelmez oldu, ekmek kesildi; bize de ekin ekmek, bel bellemek, orak sallamak zahmeti kaldı.
Sonra İsa şefaat etti; Tanrı gene sofra yolladı; tabak tabak ganimetler gönderdi. Küstahlar gene edebi terk ettiler; dilenciler gibi sofradan artanları aşırdılar.
İsa onlara yalvardı; bu, boyuna gelir, yeryüzünden eksik olmaz; Ulu bir kimsenin sofrası başında, ona karşı kötü zanda bulunmak, harisliğe kalkışmak küfürdür, dedi.
O rahmet kapısı, bu görmedik yoksul suratlıların tamahları, hırsları yüzünden gene kapandı onlara.
Şu gök, edep yüzünden ışıklarla dopdolu bir hâle gelmiştir; melek, edep yüzünden suçtan arınmıştır, tertemiz olmuştur.”
Yine Mevlâna Hazretleri, edepsiz olan kimsenin Allah’ın lütfundan uzak olacağını ve herkese zararının dokunacağını söyler:
Edebe uygunluk dile Hüdâ’dan
Lütfundan uzaktır edepsiz olan
Zararı kendine değildir yalnız.
Dünyayı ateşe verir edepsiz.
ABD edepsizliği, açgözlülüğü, adaletsizliği ve taşkınlığı yüzünden dünyayı ateşe verdi ve o ateş döndü dolaştı kendini buldu.
Allah’ın mülkünde edepsizlik yapan belasını er geç buluyor.
büyük olan Rabbimiz, kim büyüklükte onunla yarışırsa er geç kaybediyor.
Kim Allah’ın kullarına zulmederse zulmün ateşi kendine dokunuyor.
Ne yazık ki! Ateş kendimize dokunmayınca dünyayı yaşanmaz kılan ateş tohumlarından haberimiz olmuyor.
“Men dakka dukka” yapan buluyor, diğer tarafa kalmadan hesaplar bu dünyada da görülüyor.
Divan şairi Nâbî şöyle der:
Haddi zâtında kim olmazsa edîb
Feleğin sillesi eyler te’dîb.
(Hadd-i zâtında kim edepli olmazsa feleğin sillesi onu edeplendirir.)
Bir şairimiz de edep hakkında şöyle der:
Edep bir tac imiş nûr-u Hüdâ’dan
Giy ol tacı emin ol her beladan.”
(Edep, sanki Allah’ın nurundan meydana gelmiş bir taçtır; o tacı giyen her beladan uzak olur)
“Hiçbir huysuz, arsız veya hırsızın, edepli insanın başından çekip alamayacağı ve çalamayacağı bu taç, güzellik ve değer bakımından dünyada benzeri bulunmayan bir saadet tacıdır. Bu taç, kraliyet, saltanat veya güzellik tacı gibi sıradan bir taç değildir. Başında bu tacı taşıyan insan, saîd (bahtiyar) insandır.”
Sünbülzâde Vehbî edep elbisesinin elbiselerin en güzeli olduğunu ne güzel ifade etmiş:
Setrederdi ayıbını insanın hep
Ne güzel câme imiş sevb-i edep.
(Her zaman insanın ayıbını örten edep, meğer ne güzel bir elbise imiş!)
Mevlâna Hazretleri edepten nasibi olmayanı insan olarak görmez:
Eğer âdemoğlunun edepten nasibi yoksa âdem değildir.
Çünkü insanla hayvan arasındaki fark, edeptir.
Gözünü aç da bak cümle kelâmullâha
Ayet ayet bütün mânay-ı Kur’an, edepten ibarettir.
Hz. Ömer (r.a) “Edep, ilimden önce gelir.” der.
İlmin önünde edep, sonrasında amel, ihlas, ihsan olmadığı içindir ki, öğrendiklerimiz benliğimizi şişirmekte, güç ve iktidar arzusuyla dünyayı kana bulamaktadır. Bu da kendimiz ve dünya insanı için bir çıkmaz sokaktır. Üretilen teknolojik ürünler, daha çok insanlığın hayrı için mi kullanılıyor yoksa insanlığı ifsat etmek için mi bir düşünelim.
Yunus Emre edepten yoksun ilmin adını ne koymuş mısralarına göz atalım:
Gezdim Halep Şam,
Eyledim ilmi talep,
Meğer ilim bir hiçmiş,
İlla edep illa edep
ALİ ALTAYLI