Dünyada değişmeyen bir kaide vardır. Bizden öncede değişmedi bu kaide bizden sonra da değişmeyecek.
Peki, nedir o kaide?
Öncelikle Baki olan hayatın ve ölümün sahibi Rabbimize vermemiz gereken muhabbeti, sevgiyi, değeri, tutkuyu, aşkı hangi faniye; insana, hayvana, eşyaya canlı cansıza vermişsek tokadı ilk önce oradan yiyeceğimiz gerçeğidir.
Çocuklarımızı çok severiz, evlendirince tanıyamayız bile.
Annemizi, babamızı çok severiz; dünyada umduğumuzu bulamayız.
Gençliğimizi çok severiz, bize sormadan çeker gider.
Dostlarımızı, yakınlarımızı çok severiz; kafamıza bir şeyler dank edinceye kadar anlayamayız bazı şeyleri.
Bahçemizi, tarlamızı, arsamızı, kasamızı, masamızı çok severiz; belirli bir süre sonra boşmuş, deriz.
Kuşumuzu, kedimizi, köpeğimizi, koyunumuzu, ineğimizi çok severiz; kaybolup elimizden çıkmasıyla yaralanır, yollara düşer, feryat ederiz.
Gizliden gizliye taptığımız para, dolar, Euro, altın, gümüş ne varsa hepsini, çok severiz; ta ki huzurumuz ve sağlığımız elimizden alınıp da para karşılığı çok az da olsa huzur, sağlık satın alamadığımızı gördüğümüz, anladığımız ana kadar.
Asıl muhabbetin kime olması gerektiğini anlatan, kime ait olduğunu bilmediğim şu anlamlı söz üzerinde düşünmek gerekir.
“İnsanlar tek bir kötü davranışınızla tüm güzel geçmişinizi siler. Allah(cc) ise bir tövbenizle tüm kötü geçmişinizi siler.”
“Seven sevdiğini dilinden düşürmez, dâimâ onu düşünür.” kâidesince biz her gün neyi düşünüyor, kimi anıyor, neyin peşinden koşuyoruz?
Bizimle kabir kapısına dahi gelmeyecek hangi çokları kovalıyor, kimleri seviyor, neyin peşinden koşuyoruz?
Filmlere, futbola, eğlenmeye koştuğumuz, onları andığımız kadar bize anne babamızdan daha şefkatli, bizi koruyup gözeten, her türlü nimet veren yağmur, kar vererek yüzümüzü güldüren Rabbimizi hakkıyla anıyor O’na doğru koşuyor muyuz?
Yiyip bitirdiğimiz ömür dakikalarını içinde barındıran dünyaya mı koşuyoruz, ukbaya mı?
Şükre mi koşuyoruz, şikâyete mi?
Sorunlarımızı çözmek için etkili iletişime, dua, tevekkül, rıza, ibadete mi koşuyoruz yoksa şiddete, isyana, küfre mi koşuyoruz?
Çalışmaya, üretmeye, keşfe, meraka, okumaya, öğrenmeye mi koşuyoruz tembelliğe, konfora mı?
Küçük de az da olsa bir menfaate, çıkara mı koşuyoruz, yoksa büyük bir hakikate mi?
Abdulkadir Geylani Hazretleri dünyayı bir pazara benzetir ve muhabbetin, güvenmenin ve istemenin yönünün fanilere değil, Baki’ye olması gerektiğini söyler:
“Dünya bir çarşıdır, bir pazar yeridir. Yakında kapanır, dağılır. Size yalnız fânileri gösterecek ve onlara bağlanmanıza sebep olacak kapıları kapatınız. Allah’ın kudretini görmenize ve yalnız O’nu sevmenize vesile olacak kapıları açınız.”
Resûlullah (sav) buyurdular:
“Mel’undur, mel’undur, kendisi gibi bir faniye güvenip dayanan kişi.”
“Bu lanete dâhil olanlar ne de çoktur. İnsanların büyük bir ekseriyetinden ancak bir tanesi Allah’a dayanır, Allah’a güvenir. Kim ki Aziz ve Celil olan Allah’a güvenip dayanırsa hiç şüphe yok ki o, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Kendisi gibi bir faniye güvenip dayanan kişinin hali ise, elini suya sokup yumruğunu sıkan ve suyu sıkı sıkıya tutacağını sanan kişinin haline benzer ki, elini sudan çıkarıp avucunu açtığı zaman orada bir damla bile suyun kalmadığını görür.
Vah sana ki, insanlar ancak bir gün yahut iki gün yahut üç gün yahut bir ay yahut bir sene veyahut da iki sene senin ihtiyaçlarını görebiliyorlar. Ahirette ise sana hiç bir faydaları olmuyor. Buna rağmen sen onlara bağlanıyor, onlara güveniyor ve Allah’a ait sevgini onlara veriyorsun. Sana Aziz ve Celil olan Allah’ın sohbeti gerek. Hacetlerini O’na arz etmen gerek. Zira O, senin hacetini görmekten aciz kalmaz. Dünya ve ahiret ihtiyaçlarını görür, karşılar. İnsanlar ise senin hacetlerini görmekten acizdirler.”
Risale-i nurlarda geçen şu ifadeler, muhabbet ve korku hakkında derin analizlerde bulunur:
“Beşinci Dalın “Beş Meyve”si var.
Birinci Meyve: Ey nefisperest (nefsine tapan) nefsim, ey dünyaperest (dünyaya tapan)
arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın râbıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir.(yerleştirmek) İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.
İşte, ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın, havfa (korku) ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur. Alâküllihâl,(ister istemez) o muhabbet ve havf, ya halka veya Halıka müteveccih olacak. Hâlbuki halktan havf ise elîm bir beliyyedir; halka muhabbet dahi belâlı bir musîbettir. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhâmını kabul etmez. Şu halde, havf elîm bir belâdır.
Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksan dokuzu mâşukundan şikâyet eder. Çünkü Samed aynası olan bâtın-ı kalb ile sanem-misâl dünyevî mahbublara perestiş (taparcasına sevme) etmek, o mahbubların nazarında sakîldir ve istiskàl eder, reddeder. Zîrâ fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehevânî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refâkat etmiyor, senin rağmına müfârakat ediyor. Mâdem öyledir, bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.
Evet, Hâlık-ı Zülcelâlinden havf etmek, O’nun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; O’nun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ, bir yavruyu korkutup, sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sînesine celb ediyor. Hâlbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır. Demek, havfullahta (Allah korkusu) bir azîm lezzet vardır.
Mâdem havfullâhın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu mâlûm olur. Hem, Allah’tan havf eden, başkaların kasâvetli, belâlı havfından kurtulur. Hem, Allah hesâbına olduğu için mahlûkata ettiği muhabbet dahi, firâklı, elemli olmuyor.
Evet, insan evvelâ nefsini sever, sonra akàribini (akraba), sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever; bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Hâlbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deverânında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Dâimâ ıztırap içinde kalır yahut gaflet ile sarhoş olur.
Mâdem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl Sahibine mahsustur; ne vakit Hakikî Sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı O’nun nâmiyle ve O’nun aynası olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet (nimetsizlik, ceza) olur.”
Bir gün yattığımız yataktan kalkamayacaksak, çıktığımız eve geri dönemeyeceksek, çalışan kalbimiz bir anda durabilecekse kıymet vermede aşırıya gittiğimiz can, canan, mal, itibar, şöhret, şahıslar orada işimize yaramayacaksa sevgi ve korkumuzun yönünü halktan Hakka doğru çevirmemizin zamanı geldi de geçiyor demektir.
Peygamber Efendimiz’in şu duası inşallah bizlerde “gerçek muhabbete” sebep olur:
“Allâh’ım! Beni, Sen’in muhabbetinle ve sevgisi Sen’in katında fayda verecek olan kimsenin muhabbetiyle rızıklandır. Allâh’ım! Bana ihsân ettiğin ve benim de kendilerini sevdiğim nîmetleri, Sen’in sevdiğin ve râzı olduğun amelleri işleyebilmem husûsunda bir kuvvet kıl. Allâh’ım! İstediğim hâlde bana vermediğin şeyleri de, zihnimi Sen’in sevdiğin şeylerle meşgul etmeme ve tamâmen Sen’in tâatine yönelmeme bir sebep kıl.” (Tirmizî, Deavât, 73/3491)
Abdurrahim Karakoç’un “Bu Dünya Hangimizin?” şiiri üzerinde birazcık düşünsek ne kaybederiz?
Muhabbetimizin yönünü 2025 öncesi “değmez bu dünya” diyerek hakiki sahibine çevirsek ne kaybederiz?
Bırak deli Haydar-bırak be gardaş
Kafayı bozmaya değmez bu dünya
İster hızlı dönsün isterse yavaş
Sen seni üzmeye değmez bu dünya
*
Fani diyen varsın desin sana ne
Gönül veren gitsin versin sana ne
Haydut vursun hırsız yesin sana ne
Gücenip kızmaya değmez bu dünya
*
Nerde kan akıtıp kavga verenler
Nerde şimdi sefasını sürenler
Ne götürdü kucağına girenler
Bir yırtık çizmeye değmez bu dünya
*
Hayaller kur tespih tanesi farz et
Hepsi de senindir otuz üç adet
Bırak kalsın orda hiç çekme zahmet
İpliğe dizmeye değmez bu dünya.
*
Kulpu yok ki neresinden tutasın
Sana göre lokma değil yutasın
İçine gireni Allah kurtarsın
Üstünde gezmeye değmez bu dünya.
*
Gel gitme kal desem kalamazsın ki
Ortadan böl desem bölemezsin ki
Git tekrar gel desem gelemezsin ki
Aldanıp azmaya değmez bu dünya
*
Almak-satmak, tapu-senet nafile
Toplayıp yığdığın servet nafile
Sıla nafiledir, gurbet nafile
Yağmaya tozmaya değmez bu dünya
*
Sınırlar çizilmiş konulmuş yasak
Beş para etmezdi bizler olmasak
Kısmen gözyaşı kan-kısmen kir pasak
Yıkayıp süzmeye değmez bu dünya
*
Senin benim ne ki? Küçük mü dar mı?
Hani kimin dostu, kimseye yâr mı?
İnsan öldürmenin manası var mı?
Karınca ezmeye değmez bu dünya
*
Misafirsin, misafirlik suç değil,
Bakacaksan uzaktan bak, güç değil
Eti yenmez, koyun değil koç değil
Derisin yüzmeye değmez bu dünya
*
Kabuktur, manayı unutturmasın
Babayı, anayı unutturmasın
Boş hayal Mevlâ’yı unutturmasın
Tırnakla kazmaya değmez bu dünya
*
Arkası karanlık, önü karanlık
Yarını karanlık, dünü karanlık
Kendine çağırır seni karanlık
Bir küçük huzmeye değmez bu dünya
*
Cazibesi özelliği yok demem
Nakış nakış güzelliği yok demem
İki günde kaçar gider.. çok demem
Anlayıp sezmeye değmez bu dünya
*
Unutma ki yolcu yolunda gerek
Yolcunun azığı belinde gerek
İnsanlar insanlık hâlinde gerek
Mest olup sızmaya değmez bu dünya
*
Bilesin ha canım Haydar bilesin
Seni bekler soğuk mezar bilesin
Ebediyet ötede var bilesin
Tek satır yazmaya değmez bu dünya.
Biz de şair gibi deriz, Baki’ye verilmesi gereken muhabbeti erteleyip bırakıp fanilere vermeye, peşlerinden koşmaya değmez bu dünya.
Niçin mi?
Gamı çok sefası az.
Cefası çok vefası yok.
Doyurmuyor.
Değmiyor.
Geçici.
Bizler ölümlü.
ALİ ALTAYLI