Hastanede sıra bekleyenler bir anda yüksek ve kaba bir sesle irkildi. Kısa boylu, siyah saçlı, şişman,
orta yaşlı bir adam hastanenin güvenlik görevlisine “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye
bağırıp çağırıyordu. Diğer güvenlik görevlilerinin gelmesiyle adam, yatıştırıldı. Hastanenin bahçesine
götürülerek sakinleştirildi.
Hastanede sıra bekleyen ve iki haftadır baş ağrısından muzdarip olan adam, gördükleri karşısında
düşünmeye başladı. Farklı zamanlarda, farklı mekânlarda, farklı kişilerden duyduğu bu söz üzerine
enikonu kafa yormaya başladı.
Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Sorusuna cevap aramaya başladı.
Gerçekte biz kimdik, neydik, neciydik?
Zihninde biz insanların şu beş madde arasında gidip gelen, yuvarlanan varlıklar olduğu canlandı:
- Acizlik
- Fakr
- Ayrılık
- Musibetler
- Ölüm
Acizlik: Bir haftadır baş ağrısı çeken, ağzının tadı kaçan adam kendisinin acizlik derelerinde
yuvarlandığını gördü. Eğer bir insan durduk yere hastalanabiliyor, felç geçirebiliyor, bir anda kalp
krizine yakalanabiliyorsa aslında çok da güçlü, muktedir değildir diyerek bu sözün-Sen benim kim
olduğumu biliyor musun?-anlamsızlığına hükmetti.
Doğunca aciz, yaşlanınca çok aciz bir varlık olan insanoğlu iki acizlik dönemi arasında ömür süren bir
varlık değil miydi? Gençlikte güçlüydü; ama o gücü de tam hissedemiyordu. Yaratıcı acizliğini
hatırlatan, çok da güçlü ve büyük olmadığını gösteren imtihanlarla baş başa bırakabiliyordu.
Acizlik denizinde sahile çıkmak için çırpınan biz insanların “SEN BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR
MUSUN?” demesi kadar saçma bir şey olabilir miydi?
Fakr: Biz insanlar fakir ve Yaratıcıya muhtacız. Dünyanın en zengini de aslında fakir ve Yaratıcıya
muhtaçtır. Dünyanın en zengininin elinde ne bir güneş ne bir ay ne bir yağmur ne de günlere,
aylara, yıllara sahip olma gücü vardır. Ne ölümü öldürme ne de kabir kapısını kapatma yetkisi
vardır? Ne de tüm canlılara rızık verme yaşatma iddiası vardır? Dünyanın arzı ve seması ve içindeki
her şey Yüce yaratıcıya ait değil mi? Zamanı gelince can veren ve zamanı gelince can alan kim?
Birazcık mal mülk elde edince vereni, asıl mal sahibini unutup elde ettiklerimizle azıp şımarıp diğer
insanlar üzerinde güç gösterisi yaparak “SEN BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR MUSUN?” demek güç
taşkınlığının gösterimi değil mi?
Ayrılık: İnsan anne karnında dokuz ay dünyanın hasretini çeker, dünyaya gelir; ayrılıklar, ayrılmalar,
gurbet bir türlü yakasını bırakmaz. Hatta zaman zaman “Ölüm Allah’ın emri de şu ayrılık olmasaydı.”
diyerek ayrılığın yaralayıcı, yıpratıcı yönüne atıfta bulunuruz. Ayrılıklar bir türlü yakamızı bırakmaz.
Aslında her doğan günle insan bir yerden başka bir yere göç eder de farkına varmaz. Risale-i Nurda
şöyle bir ifade var: “… Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan
kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi bu şehirden
de çıkacaksın. Ve keza bu fani dünyadan da çıkacaksın. Öyleyse aziz olarak çıkmaya çalış…”
Çok sevdiğimiz bu dünyadan zorla da olsa çıkarılacak biz insanların “SEN BENİM KİM OLDUĞUMU
BİLİYOR MUSUN?” demesi kadar komik bir şey olabilir mi?
Musibetler: “Her insan bir engelli adayıdır.” deriz. Engelli vatandaşlarımızın durumunu daha iyi
anlayalım diye. Her insan bir musibete uğrama adayıdır, aslında. Musibetler istenilmez; ama bizden
de çok da uzakta olmaz. Bir anda keyfimizi kaçıracak kaza bela, ayrılık, hastalık, iflas, yangın gelir bizi
bulur. Bu yaşamın olmazsa olmazıdır. Biz insanları ne yazık ki keyifli, mutlu, huzurlu günler onarmıyor.
Hasan-ı Basri: “ Fakirlik, hastalık ve ölüm olmasaydı insanoğlunun kibirden başı eğilmez olurdu.”
der.
Ziya Paşa:
Âsûde olam dersen eğer gelme cihâne
Meydâne düşen kurtulmaz seng-i kazâdan
(Eğer mutlu ve rahat olayım dersen dünyaya hiç gelme; çünkü şu hayat meydanına bir defa düşen
kaza taşlarından, musibetlerden, ızdırap verici dertlerden kurtulamaz.)
Musibetlerin bizi nerde beklediğini bilmediğimiz bir dünyada “SEN BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR
MUSUN” demek doğru olmasa gerektir.
Ölüm: Ölüm bize uzak görünür ta ki yakınlarımızın cenazesine iştirak edene kadar. Sabah işyerini
açınca yüz yüze geldiğimiz, birden çok esnaf arkadaşım ebedi istirahatgahına gitti.
Öğretmen emeklisi, bilgisayarcı altı ay önce vardı şimdi yok.
Tüpçü, bir yıl önce vardı şimdi yok.
Suçu, iki yıl önce vardı şimdi yok.
Çaycı, üç yıl önce vardı şimdi yok.
Dedem ve ninem şimdi toprak altında.
Ölümü unutmak, hayatı unutmak, dengeli yaşamayı unutmaktır. Bir insanın haddini, sınırlarını bilmesi
ancak ölümlü olduğunu içselleştirmesiyle gerçekleşir. Ölümlülük şuuru insanı kibirden, yüksek
egodan, taşkınlıktan, şımarıklıktan uzaklaştırıyor.
Ölümlü olan biz insanların “SEN BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR MUSUN” demesi bir ironi değil mi?
Ali ALTAYLI