İki aile tanıyorum. Birincisi tek maaş çalışıyor, evde dört boğaza bakıyor. Büyük oğlunun biri üniversitede okuyor, ortanca oğlu da okula destek kurslara gidiyor. Evi ve arabası var. Fabrikada işçi olarak çalışıyor. Borcu yok, zor da olsa geçinip gidiyorlar.
İkinci bir aile tanıyorum. Çift maaş alıyor, karı koca çalışıyorlar. Evlerine elli binin üzerinde maaş giriyor. İki küçük çocukları var ve toplam dört boğazlar. Çocuklarının giderleri birinci aileye göre çok az. Evleri kira, arabaları var. Borçlular, kredi ödüyorlar; ay sonunu zor getiriyorlar.
Uzun zamandır tanıdığım bu iki aile beni düşündürüyordu. Nasıl oluyor da birinci ailenin evlerine, ikinci ailenin aldığı maaşın yarısı bile girmezken ev alabiliyorlar; şehir dışında çocuklarını okutabiliyorlar ve bunu borca girmeden yapabiliyorlar.
İkinci aileye ise Türkiye şartlarında evlerine iyi bir nakit girerken aylık iyi bir maaşa sahipken borçlu yaşayabiliyorlar, uzun yıllar geçmesine rağmen kirada oturabiliyorlardı.
Bu iki aileyi gözlemleme fırsatım oldu, belirli süre gözlemledim ve çıkan sonuç şunlardı:
Birinci aile, bilinçli harcama yöntemi geliştirmişti. İkinci aile bilinçsiz harcama yöntemi geliştirmişti. Yani tek maaş fabrika işçisi, parasını yönetebiliyordu; çift maaş aile parasını yönetemiyordu.
Birinci aile çok fazla kredi kartı kullanmıyor, zor durumda ancak kullanıyordu. Harcamalarını daha çok peşin yapıyor, parasının yettiği kadar alışveriş yapmaya çalışıyordu. İkinci aile ise birden çok kredi kartı kullanıyor. Ekmek ve suyu bile kredi kartıyla alıyorlardı.
Birinci aile, tatil nedir bilmezken ikinci aile her yıl tatile gidebiliyordu. Bu tatillerde ciddi paralar harcıyorlardı.
Birinci ailede hem evin hanımı hem de kocası tutumluydu. Gereksiz harcamalardan her zaman kaçınmışlardı. İkinci aile de ise israf çoktu.
Birinci aile, internetten alışveriş yapmak nedir bilmezken ikinci ailenin özellikle beyi internet alışverişi bağımlısıydı. Hemen hemen her hafta evlerine kargo gelirdi.
Birinci aile, akşamları dışarda genellikle yemek yemezdi. Kapıda ödeme, paket teslim ürünler siparişini çok az yapardı. İkinci aile ise haftanın en az dört günü dışarda yemek yiyor ve diğer günlerde de paket teslim ürünler kapıya gelebiliyordu.
Birinci aile, genelde üzerlerine yakışan çok pahalı olmayan elbise ve ayakkabıları tercih ediyorlardı. İkinci aile ise elbise ve ayakkabıları marka tercih ediyor. Çok yüklü paralar ödüyorlardı.
Birinci ailenin hanımı kış hazırlığını yapıyor; acı salça kaynatıyor, ekmek yapıyor, reçel yapıyor, ara sıra da günlük işlere de giderek kocasına destek oluyordu. İkinci ailenin kış hazırlığı yapmaya zamanı olmuyor, genelde marketten kredi kartına çektiriyorlardı.
Birinci aile, sıkıştıkları zaman hemen paraya dönebilecek aktife yatırım yapıyorlar. İkinci aile ise pasife yatırım yapıyorlardı. Her sene koltuk takımı ve araba değiştiriyorlardı.
Birinci aile, sadece ihtiyaç olan ürünleri peşin olarak almaya çalışıyorlardı. İkinci aile ise canlarının istediğini almakta geri durmuyorlardı.
Birinci aile gösterişten uzak yaşamaya çalışıyordu. İkinci aile ise “el âlem ne der”lerle yaşıyordu. Gösteriş ve beğenilmek ön plandaydı.
Ne yazık ki, şu üç yönetim noktasında başarı sağlamada toplum olarak zorlanıyoruz.
Finans yönetimi
Zaman yönetimi
İnsan yönetimi
İnsanlarla yerinde, güzel iletişim kuramadığımız için yalnızlaşıyor ve dostlarımızın sayısı gün geçtikçe azalıyor. Zamanı güzel yönetemediğimiz, değerlendiremediğimiz için kazanımlarımız az, kekelerimiz çok oluyor; bin bir zorlukla kazandığımız paraları uygun yerlerde harcamadığımız için de borçlu, stresli, huzursuz yaşıyoruz.
Birey ya da aile; insan, zaman ve finans yönetiminde başarılıysa gelecek günlerin onlara yeşil ışık yakması muhtemeldir. Birçok aile tanıyorum, bu konularda başarılı olamadıkları için problemli bir hayatın içinde düşe kalka ilerlemek zorunda kalıyorlar.
Yatırım ve tasarruf uzmanı Mert Başaran’ın “Küçük İşler Büyük Özgürlükler” kitabını okumaya başladım. Herkesin okumasını özellikle de takipçilerimin okumasını çok isterim. Şu ana kadar okuduğum yerlerden önemli gördüklerimi yazmaya çalışayım:
“Bakın Türkiye’ye dünyanın en pahalı telefonu, dünyanın en pahalı benzini, dünyanın en çok vergileri olan bir ülke. Her yer cip kaynıyor, her yerde herkesin elinde iPhone var. O zaman bizim kendimizi sorgulamamız lazım. Avrupa’da böyle bir şey niye yok? Ama Ortadoğu’da var, Arabistan’a gidin var, Dubai’ye gidin var. İşte bu noktada Ortadoğu kafasından çıkıp Avrupa kafasına girersek başarılı oluruz.”
“Sıkıntı içinde, ekonomik darlık içinde yaşayan insanların ortak ve en temel sorunu nedir biliyor musunuz? Tek cümleyle söyleyeyim: Olmayan parayı harcıyorlar! Evet, doğru okudunuz, olmayan parayı harcıyorlar ve çok para harcıyorlar. Ondan sonra ne mi oluyor? Olmayan parayı harcıyor, beş yıl sonraki on yıl sonraki kendine borçlanıyor ve sistemin kölesi oluyor.”
“Kredi kartı çok kullanmamaya çalışıyorum, mümkünse hiç kullanmıyorum. Her işimi nakit parayla yapmaya çalışıyorum.”
“Instagram’ın mesela kurulma amacı ne? Sizi daha çok tüketime yönlendirmek. Size bir ünlüyü gösteriyorlar; o ünlü aslında çok çirkin bir kadın, ama öyle güzel gösteriyorlar ki onun gerçekten çok güzel olduğunu düşünüyorsunuz. “O nasıl güzel olmuş?” diyorsunuz. “O kremi aldı, o çantayı aldı ben de alacağım,” diyorsunuz. Bunu Hollywood da yapıyor. Hollywood starları gibi bir çanta alıyorlar, bilmem ne yapıyorlar. Yani emperyalist sistem ilk önce aşağılık kompleksi veriyor, sonra pahalı ürünler çıkarıp size onu aldırarak sizi köle yapıyor.”
Kısaca dünyadaki en zor şey para kazanma aşamasına geçebilmek, elimizin ekmek tutması, ondan da zor olan kazandığımız parayı uygun, gerekli yere harcayabilmek, en zor olanı ise paranın bizi değil, bizim parayı yönetmemiz.
ALİ ALTAYLI